Metin Gülbay
1683 yılında gerçekleşen Viyana kuşatmasını bilmeyen yoktur. Bize büyük bir başarıymış gibi sunulan bu sefer hazin bir yenilgiyle son bulan bir hezimettir aslında. Savaşın tanığı olan Teşrifatçıbaşı Ahmet Ağa’nın* kaleme aldığı düşünülen “Viyana Kuşatması Günlüğü”nde yazar kendince bu yenilginin nedenlerini sıralar. Noktasına virgülüne dokunmadan alıntılayacağım. Üzerine hiçbir söz söylemedim çünkü hiç gerek kalmadı.
“Birincisi:
Ordumuzda sadece kazanç için askerin yanı sıra gelmiş bir yığın esnaf bulunmaktaydı. Bu seferde ele geçen zengin ganimetten büyük çıkarlar sağlayıp, bütün düşüncelerini ve gayretlerini sadece mallarıyla kölelerini bir an önce selamete çıkarmaya yöneltmişlerdi. Meydan savaşının yapıldığı gün, bu adamlar daha kuşluk vakti ordugahtaki eşyalarını hayvanlara yükleyip yola çıkmaya koyuldu. Bunların kaçma hazırlığı ve telaşının sonucu olarak, ordugahta bulunan diğer kimseler de korkup heyecanlandı. Bu sefer onlar da bin türlü kaygıyla bütün mallarını, eşyalarını hayvanlarına yüklemeye başladı. Ordugahta cereyan eden bu olayın haberi, dışarıda gavurla savaşa tutuşmuş askere ulaşınca, onlar da aynı şekilde mallarını toplamak kaygı ve telaşına düştü.
Herkes bir an önce kendi çadırına koşmaktan başka şey düşünmez oldu. Bu sayede gavurlar, ilkin İbrahim Paşa’nın bulunduğu yerden cepheyi yardı. Arkasından Rumeli tımarlı askeri tabana kuvvet kaçmaya koyuldu. Sadece yanındaki bir miktar sipahi ve silahdarla, sadrazam yerinden kıpırdamadı. Bir de yanında kendi maiyetiyle hizmetkarları kaldı. Gavurlar ise, hemen hiçbir yerde direnmeyle karşılaşmadı. Böylece yüz binden fazla melun dinsiz, İslam ordusunun çok az bir kısmıyla savaşarak Sadrazamın otağına kadar ilerledi. Burada da bir süre kavga ve dövüş edildikten sonra, sonunda boyun eğilip Yanık’a doğru çekilme başladı.
Bu konuda şu tedbirler alınması gerekirdi:
Devletlu Serdar, ordu içinde sıkı bir denetim yürütmeli ve defterdara kayıtlı ordugah esnafının dışında, düzenli bir işi olmayan, sadece kapkaç kazancı hırsıyla sefere katılmış işe yaramaz herifleri buldurup uygun bir bahaneyle, ya da zor kullanarak ordudan uzaklaştırmalıydı. Bu kimseler, üstelik sefer için ayrılmış erzakın da azalıp pahalılaşmasına neden olduklarından, bu bakımdan da önemli bir sıkıntı meydana getiriyorlardı. Savaş bölgesi içinde ve savaş yerlerine askerin yanı sıra gitmeleri, buralarda İslam askeri arasında kargaşalık doğuracak durumlara sebep olmaları kesinlikle önlenmeliydi. Çünkü, böyle adamlardan kimseye zarardan başka bir şey gelmez. Hiçbir işe koşulmaz ve elinde silahla savaştan hemen kaçar bu iblis suratlılar sürüsünün, ordu içinde bulunmasına ses çıkarmamak çok büyük bir kusurdu. Eğer İslam gazileri arasında bu heriflerin hiçbiri bulunmamış olsaydı, bu, Allahın bir lûtfu olacaktı. Her şeye gücü yeten Allah, bir daha bunları yenilmez İslam ordusunun seferine katmasın; kendi çıkarlarını düşünen böyle kimseler yüzünden, hak dini uğruna dövüşenlerin düzen ve töresi altüst olmasın!
İkincisi:
İslam askeri, mel’un düşmana karşı altmış gün metrislerde ve toprağın altında top, tüfek, lağım, bomba ve taşla canını dişine takarak savaştı. Düşmanın tam gücü azalıp yorgun düştüğü sırada, Alman Kayzeriyle Polonya Kralı iki yüz bin imansız askeriyle geldi. Hep zafere alışmış ordu içinde huzursuzluk doğuran ilk olay, Eğri Beylerbeyi Abaza Kör Hüseyin Paşa’nın Tuna’nın öte yakasında uğradığı yenilgi oldu. Kalenin kuşatılmasıyla bu kadar uzun zaman var güçle uğraşıldıktan sonra, imdat ordusu geliyor diye metrislerin boşaltılması istenmedi. Birkaç bin savaşçı açık arazide savaşa girerse, düşmana dünyanın zindan edileceği düşüncesine saplandı. Bütün savaş gücünü bir araya toplamamak gibi ağır bir kusur işlendi.
Bu konuda şu tedbirlerin alınması gerekirdi:
Düşman ordusunun sayıca üstünlüğü duyulup iyice anlaşıldıktan sonra, her ihtimale karşı emniyet tedbiri olarak birkaç bin asker metrislerde bırakılmalı, geri kalan bütün savaş birlikleri dışarı çekilmeliydi. Yayaları siperlere koyup, arkasına balyemez ve şahi toplarını yerleştirmek, süvarileri hazırda tutmak gerekirdi. O zaman düşman bir süvari hücumu menziline gelinceye kadar beklenir; daha yaklaştığı zaman da top ve tüfek ateşine tutulur, gerekirse süvariler hücuma kaldırılırdı. Ancak, herkesin dilediği gibi dövüşmesine izin verilmemeliydi. Özellikle, rüzgar hızında at koşturan Tatarlara, düşmanı gerilerden rahatsız etmek görevi verilmeliydi. Çünkü Tatarlardan düzenli bir meydan savaşında düşmanlı yüz yüze dövüşmek beklenemezdi. Özellikle, bu sefere katılan Tatarların Allah’ın kendilerine nasip ettiği tutsakların çokluğu ve ganimetlerin bolluğu yüzünden yükleri ağırlaşmış ve hareket yetenekleri kısılmış durumdaydı. Düşmanla savaşmaları ve herhangi bir direnme göstermeleri imkansızdı. Hanları olan hergele ise, tıpkı askerleri gibi davrandı ve hak dini uğruna en küçük bir gayret dahi göstermedi. İslam ordusunun kendisine her zaman yapmış olduğu yardımları hatırına bile getirmediği gibi, Müslümanların hükümdarına karşı yükümlü olduğu müttefiklik görevini de unuttu.
Üçüncüsü:
Süvari askerini meydan savaşında taşıyacak olan atlar, iki aydan beri doğru dürüstü arpa yüzü görmemişti. Bu yüzden öyle zayıflamış, öyle güçten düşmüşlerdi ki, sipahilerle öteki süvariler bu hayvanların üzerinde savaşa etkili olabilecek bir hücuma geçecek durumda değillerdi.
Genel gelir defterdarının savaş birliklerinin beslenmesi konusunu sıkı bir gözetim altına alması ve fazla erzakı zamanı gelince kullanmak üzere saklaması gerekirdi. Her şeyden önemli bu tedbirin, sefere çıkılmadan ve hele savaş bölgesine girilmezden önce alınması şarttı. Düşman ülkesinde birkaç konak ilerlendikten sonra erzak işini çözümlemek güçleşir ve bu görevle yükümlü olanlar, işlerini zamanında yapamayacaklarından sonunda hakarete, küfre katlanmak zorunda kalırlar. Din ve devlet işlerinin yürütülmesinde bu nokta, olağanüstü önemdedir. Bu savaşta birliklerin büyük kısmının işe yaramaz hale düşmesi, atlarına yem bulmakta çektikleri sıkıntıdan ileri gelmiştir.
Dördüncüsü:
Bu üç nedenin yanında bir dördüncüsü vardır ki, bu da kerem sahibi yüce Allahın seferin başından beri İslam ordusuna ihsan ettiği karşı konulmaz güç ve zengin ganimetlerden dolayı şükredilmesi gerekirken, bu görevin genellikle savsaklanmasıdır. Cenabı Hakka lütfettiği bu nimetlerden ötürü şükretmek yerine, Allahın indinde asla makbul olmayacak nice kötülük ve günah işlemek cüretini gösterdiler.
Müslümanlar gavur ülkesinde, özellikle de Viyana varoşlarında ele geçirdikleri şarabı gördüklerinde, hiç içmemiş olanları dahi işrete düşüp, çeşit çeşit rezillikler ve akla gelmedik edebsizlikler yapmaya başladı. Kuşatma; mübarek Recep, Şaban ve Ramazan aylarına rastladığı halde fuhuşu ve oğlancılığı bırakmadılar. Şarap içerek öyle mest oldular ki, Cenabı Hakkın nimetlerine şükretmeyi unuttular. Böylece de Allahın gazabını üzerlerine çektiler.
Bir başka kötü tedbir de kendini çok üstün görerek, o zamana kadar tutuklu bulunan Alman büyükelçisini koyvermekti. Adam, kendi tarafına varınca, İslam askerinin bütün aksak yanlarını anlattığı gibi, ilk hücumda bozulup kaçacak durumda olduklarını da haber verdi. Bunun üzerinedir ki, dinsizlerin kayzeri yüreklendi. Dört yana mektup yollayıp Hıristiyan beylerinden yardım diledi. O sayede de bu kadar güçlü bir orduyu İslam askerine karşı çıkarmayı başardı.
Daha seferin başındayken, düşman Esseg köprüsünü ele geçirecek, böylece de ordunun karşı yakaya geçişini önleyecek diye herkes kaygılanmıştı. Fakat Allahın lütfu sayesinde düşman bu tedbiri akıl edemedi. Köprü rahatça geçildi ve Yanık Kalesi önünde çadır kuruldu. Düşman karşı kıyıda olduğu halde, İslam ordusunun yolunu kesmeye hiçbir şekilde kalkışmadı. O gece uğursuz gavurlar, ölüm korkusu içinde yerlerini terk edip kaçtı. Bu sayede de Raab ve Rabnitz ırmakları üzerine rahatça köprü kurmak mümkün oldu. Ancak bundan sonradır ki, güçlü bir ordu halinde yola çıkıldı; kaleler ve palankalar fethedildi, çevredeki köyler, kasabalar yağma, tahrip edilip yıkıldı, zengin ganimet ve sayısız tutsak ele geçirildi. Büyük küçük herkes bu savaş ganimetinden umduğunun çok üstünde payını aldı.
Ve yine söz gelişi Orduyu Hümayun’dan savaş gücü yerli yerinde bir sürü adam talancı Tatarlarla birleşti. Alman ülkesinin sağlı sollu on, on iki menzil uzaklığa kadar içerilerine dalıp ta Akdeniz, Venedik sınırına ve Altın Elma’ya** dek yağma akınları yaptı. Yollarına rastlayan köyleri, kasabaları, hisar ve palankaları yıkıp yağma ettiler. Erkeklerini öldürdüler. Kadınlarını, çocuklarını tutsak aldılar. Evlerini, ekinlerini baştan başa yakıp, gavur ülkesini öylesine yakıntıya çevirdiler ki, aradan yüz yıl geçse bile, eski bayındır haline getirmek mümkün olamayacaktır. Ele geçirdikleri koyun, davar, at, altın, gümüş ve kıymetli taşlarla, ince belli, fidan boylu, sarı saçlı, hilal kaşlı, badem gözlü kızların sayısını ise, ancak Allah bilir. Sim işlemeli kumaşlar, kadifeler, kıymetli örtüler ve buna benzer diğer pahalı öteberi ha keza İslam askeri Rumeli’ne ayak basalı, ganimetin böyle çoğu ve böyle bolu daha hiçbir orduya nasip olmamıştır. Bütün ganimetler Viyana önündeki Orduyu Hümayuna getirilip, orda her şeyin çok bol oluşundan dolayı ucuz ucuz satıldı. Malların gerçek değerine kimse aldırış etmez oldu. Böylece en güzel cariyeler kırk elli kuruşa, orta halliceler on beş yirmi kuruşa, kuzulu koyun üç kuruşa, en iyisinden bir okka buğday unu bir akçaya, bir okka bakır üç akçaya, koyunun tanesi iki, üç akçaya satılır oldu. Bir defasında Sadrazam 2500 koyunu elli kuruşa satın aldı. Bir başka seferinde de, Tatarlar, getirdikleri koca bir öküz sürüsüne müşteri bulamadı, bu yüzden tekrar kırlara salıverdiler.
Viyana varoşları defalarca yağma edildi ve yalnız burada bile zaferin kaç belirtisi kendini gösterdi. Macar kavminin birçok beyleri, daha önce, padişahın isteklerine kulak asmadıkları halde bu defa boyun eğip bağlılıklarını bildirdi ve İslam Ordusuna iki ay süreyle dürüstçe hizmet etti. Viyana Kalesi’nin sağlamlık ve dayanıklılık bakımından granitten bir dağ gibi olduğu gün gibi apaçık anlaşıldığı halde, yine de korkmadan yılmadan altmış gün kuşatılması mümkün oldu, fethedilmesine de ramak kaldı.
Ulu Yaradan’ın bu çeşit lütuf gösterileri karşısında, her saat ve her an keremi sonsuz Allah’a hiç durmadan hamd edip şükran ve minnet duygularını sunmak, herkesin en birinci ödevi olmalıydı. Ama atasözünün dediği gibi, en büyük nimetlere erişse dahi insanoğlunun gözü doymaz.
Hem şükretmek düşünülmedi, hem de Viyana Kalesi İslam ülkesine katılacak sanıldı. Cenabı Hakkın buyruklarına uygun davranışlar yolundan sapılıp kendini beğenme, kibir ve nimetlere nankörlük gösterme yoluna girildi. Fakat gölgesinde kötü eylemlerin yayılmış olduğu talih ağacı bir anda uğursuzluk meyveleriyle donanıverdi. Şimdiye kadar güle oynaya erişilen şeyler, birden güçlükle, sıkıntıyla elde edilir oldu. Zaferin ön belirtileri kayboluverdi. O güne kadar beslenen ve her an gerçekleşeceği sanılan umutlar bir anda kırıldı.
Allahın böylesine bol bol lütfettiği nimetlerin kıymeti bilinmedi. Böylece Müslümanlar bu cezaya kendi tutumları yüzünden yine kendileri sebep oldu. Allahın inayetiyle İslam ordusuna nasip edilen başarıyı, kendileri zorlayıp baltaladıkları için de bu utanç verici bozgun gelip çattı.
Burada yapılacak tek doğru iş, düşmana sefer açıldığı andan itibaren kendini gösteren bütün zafer belirtilerinin kerem sahibi yüce Allahın lütuflarının bir delili olduğunu bilmekti. Bunun için de dudaklardan Cenabı Mevlâ’ya niyaz ve şükür duasını eksik etmemekti. Ayrıca, insanın aciz ve ölümlü bir varlık olduğunu da akıldan çıkarmamaktı. Çünkü, insan varlığının güçsüzlüğü, düşünen herkesin çok iyi bildiği apaçık bir gerçektir. Bu gerçek de anlayış ve akıl sahibi kimselerin bilincine silinmez bir şekilde yerleşmiştir.”
*Devlet-i Aliyye Teşrifatçıbaşısı Ahmet Ağa’nın Viyana Kuşatması Günlüğü, Richard F. Kreutel / Esat N. Erendor, Aksoy Yayıncılık, s.113-116)
** Bu sözle burada parıldayan altın kubbesi olan Sen Piyer katedraliyle Roma şehri kastediliyor. “Kızıl Elma”, Osmanlılar için bir “Özlenen Ülke”nin sembolüydü. Türklerin tarih sahnesine çıkıp anayurtları Orta Asya’dan batıya doğru akışları sırasında bu özlenen ülke, önce Bizans imparatorlarının şehri İstanbul olmuş, burası alındıktan sonra gözleri Hıristiyanlığın ruhani merkezi Papalar şehri Roma çevrilmiştir. Ancak Osmanlılar, Hıristiyanlığın diğer merkezleriyle başkentlerine de “Kızıl Elma” gözüyle bakmışlardır. Bunların başında ünlü Sen Stephan kilisesi ile Viyana gelmekteydi. Evliya Çelebi de Viyana’dan “Almanların Kızıl Elması” diye söz etmiştir.