Bekçiler büyük biraderin bir gözü mü?

Bekçi siyaseti AKP’nin muhtarlar üzerinden yürüttüğü politikanın devamı niteliğinde. Toplumu, mahallelerden hareketle zapturapt altına almayı hedefliyor.

Artan ekonomik kriz, işsizlik, toplumsal adaletsizlik ve bunlara bağlı olarak yükselen toplumsal hareketler, bu denetim ihtiyacını iktidarlar açısından artan oranda elzem kılıyor.

Uygulamada üç tür gözetim var. Yüz yüze gözetim, ki bekçiler bunun bir parçası; dosya üzerinden gözetim; ve ağ üzerinden profil oluşturmaya dayanan arayüz gözetimi.

Kolektif hareketler ve toplumsal mücadeleler yerelleşip en küçük birimden hareketle örgütlenme ilkesine dayandıkça, aslında devlet gözetim ve denetiminin de yerelleşmesi söz konusu. Bekçiler de bunun bir parçası.

Yeni gözetimin en önemli özelliği ayrımcılığı derinleştirmesi, hatta ırkçılığa kadar varan bir ayrımcılığa yol açması. Aslında bekçi uygulaması da bu ayrımcılığı körüklüyor.

Prof. Dr. Ayşen Uysal

2015 yılından itibaren yeniden aktif hale getirilen bekçilik kurumu, yeni bir düzenlemeyle genel kolluk teşkilatları bünyesine dahil ediliyor. Bu yeni düzenleme meseleyi Türkiye’nin ana gündem maddelerinden biri haline getirdi. Ben bu yazıda bekçilere bir de gözetleme ve denetleme toplumunun bir boyutu olarak bakmayı öneriyorum.

1966 yılından beri var olan bekçilerin yeniden aktif hale getirilmesi, toplumu zapturapt altına almanın yeni bir biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Meseleye, yeni sağın güvenlik politikalarının ana şiarı olan “suçla savaş” ve dolayısıyla da polisiye tedbirlerin artırılması ve cezaların sertleştirilmesi anlayışı temelinde bakmak, tartışmayı daha geniş ve bütünlüklü bir çerçevede yapmamızı mümkün kılar.

Yine bu anlayışa paralel biçimde, yeni sağın kent anlayışı da etrafımızı kuşatan güvenlik duvarları ekseninde şekilleniyor. 19. yüzyılda hâkim olan anlayışa benzer bir biçimde “her şey gözlemlenmeli, görülmeli ve aktarılmalı” anlayışı bugün de hâkim. Bekçileri bu yaklaşımın ve genel bir denetleme ve gözetleme sisteminin parçası olarak düşünebiliriz.

AKP’nin muhtarlar üzerinden yürüttüğü politikanın da devamı aslında bekçi siyaseti. Toplumu, mahallelerden hareketle zapturapt altına almayı hedefliyor. Artan ekonomik kriz, işsizlik, toplumsal adaletsizlik ve bunlara bağlı olarak yükselen toplumsal hareketler, bu denetim ihtiyacını iktidarlar açısından artan oranda elzem kılıyor.

Peki, polisler, kameralar, akıllı telefonlar, çipli kimlik kartları, vs. varken neden bir de bekçiler sisteme dahil oluyor? Aslına bakarsanız, sosyal medya gözetimi, dijital gözetleme (çipli kimlik kartları, kredi kartları, akıllı telefonlar, vs.), insan bedeninin gözetlemenin kaynağı olarak kullanılması (DNA testleri, parmak izleri, ses taramaları), kameralar, polis birimleri, bekçiler, vs. hepsi çok katmanlı gözetleme ve kontrol mekanizmalarının bir parçası. Yani bütünün sadece bir parçası. Giderek daha fazla küçük birime nüfuz etmeyi mümkün kılan araçlar.

Her biri sayesinde gözetim alanları giderek yayılıyor. Yine her biri düzenli bilgi toplamayı mümkün kılıyor.

Uygulamada üç düzey gözetim söz konusu: Yüz yüze gözetim, ki bekçiler bunun bir parçası; dosya üzerinden gözetim; ve ağ üzerinden profil oluşturmaya dayanan arayüzgözetimi (Bkz. D. Lyon, Gözetim Çalışmaları, Kalkedon, 2013).

Son denetim türü 1970’lerden sonra, internet sayesinde gelişiyor.

Çipli kimlik kartlarıyla vatandaşı vesikalandırma (bu konuda bkz. D. Lyon, Vesikalı Yurttaş, Kalkedon, 2012) ve hakkında veri depolama bu son düzeye verilecek örneklerden sadece biri. Bilgisayar veri tabanları sayesinde kişisel veriler düzenli biçimde toplanıyor. Bu üç tür gözetleme birbirinin yerine geçmiyor, aksine birbirini tamamlama özellikleri var. Uygulamada üçü birlikte kullanılıyor.

Kentler bağlamında denetim de bu kurumlar arasında eşgüdüm sağlanması ile mümkün hale geliyor. Fark ederek ya da fark etmeden sürekli gözetleniyoruz, sürekli hakkımızda bilgi depolanıyor. S. Graham’ın, Kuşatılan Şehirler’de (Notabene, 2013) dediği gibi, “Gören gözler altında güvendeyiz!”.

Bu gören gözlerden biri de bekçiler. Bir yandan ahlak zabıtası işlevi görecekler, diğer yandan toplumsal hareketlere müdahale edebilecekler, kimlik soracaklar, belli sınırlar içinde arama yapabilecekler, delillerin karartılmasına engel olacak tedbirleri alacaklar, vs. Bütün bu yetkileri mahalle bazında örgütlenerek kullanacaklar, mahallenin zaptiyesinden sorumlu olacaklar.

Tam da bu noktada insan sormadan edemiyor: Toplum Destekli Polis (TDP) uygulaması varken neden bir de bekçiler? Zira iki birim de yerellik ilkesi üzerinden ve mahalle bazında faaliyet gösteriyor. Mahalle bazında küçük birimler oluşturmak amaç.

TDP’nin görev tanımında da mahalleyi gözleme ve devriye gezme var. TDP, ihbar, bilgi toplama ve vatandaşla işbirliği yapma esasını temel alarak oluşturuldu.

Fakat zaman içinde yurttaşın yeterince işbirliği yapmaması nedeniyle başarılı bir uygulama olamadı. Bekçiler açısından, en azından ilk bakışta böyle bir anlayış temelde yer almıyor. Onlar daha çok devletin sokakta görünen yüzü ve gücünü sergileme aracı olmaya aday.

Son on yıllarda gelişen bu yeni gözetimin en önemli özelliği ayrımcılığı derinleştirmesi, hatta ırkçılığa kadar varan bir ayrımcılığa yol açması.

Sadece çipli kimlik kartları değil, aslında bekçi uygulaması da bu ayrımcılığı körüklüyor. Mesela fiziki görünümünden ötürü bir kişiye kimlik sorup diğerine sorulmaması, hangi mahallelerde bekçi bulunacağı, hangilerinde bulunmayacağı, hangisinde kaç tane bulunacağı, vs. Bu tür uygulamalarda masumiyet karinesi ilkesinin de ihlali söz konusu.

Peki, teknolojideki gelişmeler “mesafe koyarak denetlemeyi” mümkün kılarken neden güvenlik güçlerinin fiziken varlığı esasına dayanan bu denetleme ve gözetleme yöntemi de kullanılıyor? Yüz yüze denetim, teknolojik denetimin yanında, onunla birlikte bir güç olarak var.

Bunun yanında, işsizliğin bu kadar yüksek seyrettiği bir dönemde, özellikle kültürel sermayesi düşük bir kesime iş olanağı da sağlıyor ve onları sistem içinde tutuyor. İktidarın kendi tabanına dağıtılacak yeni bir pasta payı yaratıyor.

Ayrıca, arayüz denetimi gözetimin içselleştirilmesine neden oluyor, ancak bu gözetleme bir süre sonra da kanıksanıyor. Yüz yüze gözetim ise kanıksanmayı zorlaştıran bir yöntem. O nedenle daha etkili bir önleme aracı.

Bekçilerin yeniden hayat bulmasının birtakım gerilimleri de ortaya çıkarması olası. Yaratılan her yeni güvenlik gücü, diğer güvenlik güçleri ile gerilim ve çatışma demek. Polis ve jandarma, polis ve ordu arasındaki gerilimleri ve çatışmaları şimdi polisler ve bekçiler, jandarma ve bekçiler arasında görmek mümkün. Gezi eylemlerinde genç işsizler ve güvencesiz çalışanlarla çevik kuvvet polisi arasındaki gerilimin bir benzerinin (“İş bulamamış polis olmuş!” diyen eylemcilere karşılık, bunlar geziciler, yerleri yurtları yok diyen polisler) bu toplumsal kesimlerle bekçiler (eğitimsiz bekçiler & eğitimli işsizler/güvencesizler) arasında daha derin bir biçimde yaşanmasına tanıklık etmemiz de kuvvetle muhtemel.

Bitirirken altını çizmek istediğim son bir mesele de toplumsal hareketlerin yerelden örgütlenme/taban örgütlenmesi şiarına karşılık, devlet denetim ve gözetiminin de giderek yerel birimlere öncelik veren bir anlayışı yansıtması. Kolektif hareketler ve toplumsal mücadeleler yerelleşip en küçük birimden hareketle örgütlenme ilkesine dayandıkça, aslında devlet gözetim ve denetiminin de yerelleşmesi, toplumun en küçük birimlerinden hareketle toplumu zapt etmeye çalışması, bu çerçevede yeniden örgütlenmesi söz konusu. Bekçilere bir de bu açıdan bakmak mümkün.

H. Niedzviecki Dikizleme Günlüğü’nde (Ayrıntı Yayınları, 2010) her yeri saran güvenlik ve gözetleme ağını gözümüzün önüne serdikten ve birey olarak bu ağların örülmesindeki rolümüzü ortaya koyduktan sonra şu soruyu sorar: “Biz bu ağ üzerinde bir örümcek miyiz, yoksa ağa yakalanmış bir sinek miyiz?” Sahi, yurttaşlar olarak bizler sinek olmaya razı mıyız?