Adnan Genç
Aylardır, sanki pandemi belası bize musallat olacakmış gibi bir öngörüyle; bu tarih kokan kadim kentten ayrılıp, Tekirdağ yakınlarındaki bir sahil köyüne yerleştim…
Hele hele şimdilerde bu virüs nedeniyle iyice eve kapandığımız bu günlerde niyeyse, İstanbul’un kimi noktalarında olmak ve oralarda; tam da oraya özgü işler yapmak istiyorum. Elbette İstanbul’un trafik keşmekeşi özlenmez ama kentin sesi olan ve tanık olanda sahici ve kalıcı izler bırakan curcunasını özledim. Ne dersiniz, hadi büyücek bir turla hasret giderelim…
Sultanahmet’in her zerresini özledim; Yeşilev’de rahat koltuklara gömülüp çay ısmarlamayı; Ayasofya’nın içinde ve Topkapı Sarayı’nın bahçelerinde küçük soluklanmalarla dolanmayı da… Biraz yürüyüp, Yerebatan üzerinden Cağaloğlu ve Nuruosmaniye kapısından içeri süzülüp Kapalıçarşı’da olmayı; Bedesten’in daracık yollarında vitrinlere dalıp gitmeyi; Şark Kahvesi’nde (artık iyice pahalı hale gelen) kahve yudumlayıp, geleni geçeni seyretmeyi; Sahafları ağır ağır gezerken, çıkışta çınar altında şair Hüseyin Avni Dede’yi görüp selam vermeyi ummayı; Bakırcılardan Rıza Paşa’yı inip taaa aşağılardaki çinileriyle meşhur Rüstem Paşa camiine giden yollarda olmayı; müstamel (kullanılmış) giysi satıcılarındaki en yenice duran kıyafetin fiyatını sormayı, hep özledim. Bir keresinde Hamlet’te Kral Cladius ve Baba Hamlet rollerini oynuyordum ve oradan esnafın üzerindeki takım elbiseyi almıştık… Mafyozo bir kraldım, çünkü… Hadi Mahmutpaşa’nın telaşlı kalabalığı arasından Mısır Çarşısına girelim ve Pandeli Lokantası’na çıktığımızı var sayalım…
Köprüyü mutlaka yayan geçerek, Tünel üzerinden İstiklal Caddesi’nin bir ucuna çıkıp, Taksim’e kadar yürüyelim. Durun, Tünel çıkışından itibaren kapanmadığını umarak Lale Plak vitrinine bakmak ve Mevlevihane’de soluklanmak… Görüyorsunuz, ne çok yer özlemişim… Cadde derken, elbette şimdiki halini değil de 20 yıl önceki halinde gezinmek isterim… Galatasaray meydandayız. Öğlen vakitleriyse, güneşin altında illa ki uzun uzadıya okunan bir basın açıklamasını dinlemek isterim… Özlem bu, şaşırmayın…
Tokatlayan’da Tarık Dursun K.’nın kitapevi olsa da vitrininde neler var diye, baksam. Serkdoryan Bloku altındaki İnci’ye girip Luka Zigoridis ustaya selam verip, profiterolünden yesem… Bağaz’a inelim diyenler mi, var?
Caddeyi çabuk geçtin diyenlere de bir hoşluk selamı olsun diye; Saray Sineması’na girip, sahiplerinden Mösyö Franco’ya da ‘merhaba mösyö’ derim, yani… İstanbul’daki ilk reostalı lambalar onun sinemasındaydı… Özlenmez mi; hele hele Emek Sineması’na girip daha geçen hafta rahmetli olan müdür Hikmet ağabeye de bir merhaba deyip, rahat koltuklarda filmin başlamasını beklemek. Pek hoş olurdu…
Ben Boğaz için İstanbul’un en güzel caddelerinden yürüyelim, derim. Park Otel zebanisi yok artık, rahat kaldırımlarından İnönü caddesinden ve bitimindeki parkın arasından Dolmabahçe’ye ineriz… Her türden medyanın gececi elemanları, sivil ve resmi polisler ile gerçekten lüzumsuz gürültücü motorcu gençlerle oturup çay içmeyi de, özlemişim…
Yürüyelim, sarayın duvarları bitsin de eşe dosta MİT’in binası burası, biliyon mu, diyelim… Ortaköy meydanda tavla atmayı; Kuruçeşme sahilinde oturacak ve denizi görecek bir yer aramayı; Bebek kahvede iyice sosyete olmayı; az yürüyüp Divan’ın balkonunda paraya kıyıp mekik atıştırmayı (tamam, isteyen rakı yudumlasın artık) özledim… İlla da (tam mevsimi çünkü) Aşiyan mezarlığının hemen dibinden yürüyerek erguvan çiçekleriyle ‘yaşıyorum, ne keyif’ diyebilmek… Özlenmez mi? Esrarcı Ali Baba’yı geçmeyelim ama lokantalardan birinde soluklanıp, geçen şilepleri seyretsek…
Rumelikavağı’na kadar ara keyfi yapıp, yalı çapkını olup konup dursak tarih kokan binalara… Beyoğlu demişken, ben bıraktığımda gene feci pahalıcı olan Hacı Abdullah’a girmeyelim mi, yani? Bir keresinde hem karışık komposta almıştım, buz gibi; hem de kaymaklı (kıpkırmızı) ayva tatlısı… Soydurup paket ettirme şımarıklığıma da katlanırlardı, sağ olsunlar…
Ancak 30 yıldan eski yolcular hatırlar. Beşiktaş – Üsküdar arasında 20 kişilik minnacık motorlar (kayık yahu) ulaşımı sağlardı. Öyle ki, motor bölümünde oturmuyorsanız, dışarıda elinizi denize sokarak bütün yolculuğu yapabilirdiniz… Üsküdar’a geldiysek, gene pahalıcı şahane yerlerden birine uğrayalım; Kanaat Lokantası’na. Sadece tatlı bölümü iki geniş buzdolabı boyunca uzanır; zeytinyağlılar ise yirmi çeşit olmazsa, dükkânı açmazlar benim bildiğim. Haa, meraklısına her gün kamyonla gelen taze kırmızı et de var tabii..
Bu yakada dolaşmadan önce mutlaka önermeliyim; Eminönü’nden bir Boğaz turu alın ve büyük motorla gezinin. Hele şansınıza ODTÜ’lülerin gezisi da Murat Belge de mikrofondan yalıları anlatsa… Kuzguncuk’ta semt kafelerinden hangisi olsa yeter. Bostan için verilen mücadeleyi de yanınızdakilere anlatın ama.. Ben hep öyle yaptım… Çengel’de 30 yıl kadar önce mevsimi geldiğinde, hemen her çeşit dükkânın kasasında bir çiçek sepeti olurdu ve içindeki hüsnüyusuflardan müşterilerine hediye edilirdi… Ben yaşadım, gördüm valla… Beylerbeyi ve Anadoluhisarı’na tepelerden denize doğru yürüyerek, inin. Hâlâ şaşırtıcı ahşap konakların İstanbul toplamını buralarda görebilirsiniz… Yoruldum ve inanın Boğaz’ın her iki yakasında da arabayla Karadeniz’e doğru yol almak şahanedir… Kanlıca’dan geçiyoruz ama tepedeki Hidiv Kasrı’nı unutmuyoruz. Ne güzel bahçe ve ne yavaş servis… Yürüyerek, eski Balıkadam Okuluna kadar orman içinden Boğaz’a inersiniz… Beykoz Abraham Paşa korusunda soluk alalım mı? Çaylar demlikle gelir ve bekletirseniz, şahane bir çay içersiniz…
Yolların yapı kalabalığına ve kabalığına bakmayın; Polonezköy’e geldik. Meydandaki Leo’nun Yeri’ni merkez alıp, sonundaki ikramları olan vişne likörüne kadar; ata bineceğiz, yürüyeceğiz ve temiz havayı soluyacağız…
Yazdıkça aklımın gidip gidip geldiğini söylemeliyim… Çünkü Adalar’a bir ay boyunca giriş çıkış yasağı konmuş… Hadi her bir sokağını yürüyerek gezinin diyeceğim ama mecaliniz kaldıysa, Büyükada Aya Yorgi tepesine çıkın ve sefanız olsun… Hep sürsün… Canım İstanbul…