Mustafa Karadağ
Türkiye’de ilk olarak mülhak MHP’nin dile getirdiği, ancak Patronun uygun görmediği af-infaz düzenlemesi yeniden gündeme geldi. Yapılması düşünülen değişikliklerle ilgili olarak TBMM’de grubu olan partilere somut bir öneri götürülmüş değil, görüşmelerin daha çok bilgi notu üzerinden yürüdüğünü biliyoruz, ancak yine de ortada dolaşan bir metin var.
Genel olarak terör, uyuşturucu, adam öldürme ve cinsel istismar-saldırı suçları hariç olmak üzere şartlı salıverme kurallarında hükümlü lehine değişikliğe gidilmesi ve denetimli serbestlik süresinin uzatılmasının düşünüldüğü konuşuluyor. Zaman zaman cinsel suçlar ile uyuşturucu suçlarının da indirim kapsamına alınacağı konusu olumlu-olumsuz tartışmaya açılıyor.
Halen önümüzde duran en büyük handikap ise örgütlü suçlar, terör suçu ile düşünce suçunun Türk yargısında ayrıştırılamaması, daha çok siyasi konjonktürün anılan ayrımı belirlemesi.
Zira karar vericiden uygulayıcıya ve en ortalama yurttaşa kadar hepimizin bildiği; halen cezaevinde çoğunluğu tutuklu olarak tutulan gazeteci, avukat, siyasetçi, sivil toplum örgütü temsilcileri ve iktidar muhaliflerinin hiç birisi siyasi suçlu ya da düşünce suçlusu değil, örgüt veya terör suçlusu kabul ediliyor.
Ve asıl, infaz düzenlemesi değil af kapsamında düşünülmesi gereken bu tutuklu ve hükümlüler, kısaca mahpuslar sürekli olarak kapsam dışında tutuluyor.
Sözü çok uzatmadan orta yerde konuşulan infaz düzenlemeleri yasalaşırsa doğacak sonuç, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, ihale yolsuzluğu, yaralama veya tehdit gibi eylemlerden sorumlu yerel mafya unsurlarının salıverileceği, gazeteci, siyasetçi, avukat ve iktidar muhaliflerinin mahpus kalmaya devam edeceğidir.
Şansları varsa, iktidar, TBMM’deki görüşmeler sırasında “kader kurbanı” cinsel saldırı ve uyuşturucu suçlularını da infaz indirimi kapsamına alabilir.
Netice itibariyle örgüt ve terör suçlusu olarak nitelendirilen muhalif STK temsilcileri, siyasi parti üyeleri, gazeteciler, avukatlar kapsama alınmadığı sürece kimin ne kadar yatıp çıkacağını konuşmanın kimseye ve esas olarak da Türkiye demokrasisine bir faydası olmayacaktır.
İnfaz yasası düzenlemeleri genel olarak yukarıda anlatılanlar gibi olsa da asıl önemli konu düzenlemenin denk geldiği zaman ve şu anda tüm mahpusları bekleyen korkutucu, ölümcül risktir.
Türkiye de tüm Dünya ülkeleri gibi şu anda Covid-19 ile yatıp kalkmaktadır. Covid-19 hiçbir istisna tanımaksızın toplu yaşanılan bütün ortamlar için ciddi, ölümcül riskler taşımaktadır. Bu nedenle okullar tatil edilmiş, yargıda bir nevi adli tatil rejimine geçilmiş, kamuda esnek çalışma düzeni getirilmiş, bazı kamu görevlileri özel durumları nedeniyle idari izinli sayılmıştır. Halen hayati önem taşıyanlar hariç olmak üzere özel şirketlere ait fabrikaların geçici olarak kapatılmasından bahsedilmektedir ve en son maden ocakları kapatılmıştır. Nitekim Sincan Cezaevinde bilinen ilk covid-19 vakası belirlenmiş, konuyu dile getiren milletvekiline anında soruşturma açılmıştır. Cezaevlerinde korkulan olursa bu hiçbir zaman toplu ölüm olarak anımsanmaz, tarih bunu bir katliam olarak yazacaktır.
Ceza ve tutukevlerinin önemli bir özelliği vardır. Tüm mahpusların yaşam hakları dahil sorumlulukları devlete emanet edilmiştir. Suçu ne olursa olsun bir mahpusun başına bir şey geldiğinde bunun sorumlusu behemehal devlettir. Esasen Türkiye’de halen geçerli olan Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ile 17 Aralık 2015 tarihinde beş yıllık bir uzmanlar heyetinin çalışması sonucunda Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda günün şartlarına ve ihtiyaçlara göre güncellenen Mahpuslara Muameleye Dair Birleşmiş Milletler Asgari Standart Kuralları metni birçok önlemi almaya yeterlidir. Umalım ki Türkiye infaz yasası değişikleri ile bahsedilen asgari standartlardan uzaklaşmasın.
Covid-19’un ciddi bir tehdit ve risk taşıdığını tekrar ederek, özellikle toplu yaşanılan, kapasitesinin 60.000 kişi üzerinde insan barındıran cezaevlerinde virüsün bulaşıcılığının geometrik olarak artacağı, tedavisinin zor, ölüm oranının yüksek olacağı, virüsle mücadelenin güçlük arzedeceği, tutuklu ve hükümlülerin sağlık ve güvenliğinin devletin sorumluluğunda bulunduğu gözden ırak tutulmamalıdır.
Kanaatimizce Türkiye Cumhuriyeti Devletinin sorumluluğunu yerine getirmesi, tüm mahpusların yaşam haklarının korunması bağlamında yapılması gereken işler aşağıda kısaca belirtilmiştir. Şöyle ki;
1- Asıl
olanın tutuksuz yargılama olduğu ve devletin bu tutukluların sağlığını
korumakla yükümlü bulunduğu hatırlanarak; Suç ayrımı yapılmaksızın, hüküm
özlüler dahil tüm tutukluların diğer adli kontrollerin uygulanması şartıyla
veya kontrolsüz tahliye edilmesi,
2- Hükümlülerin sağlık durumu iyi olmayanlar ile risk grubunda bulunanların,
çocuklu kadınların, infazına ara verilmesi (yasa buna olanak veriyor),
3- Diğer hükümlülerin fiziki mesafe koşullarına uygun şekilde koğuşlara
yerleştirilmesi ve sürekli kontrol edilmesi, gerekli ve yeterli tıbbi
tedbirlerin alınması,
4- Kısa süreli hapis cezasına mahkum olanlar ile açık cezaevine ayrılanların,
engellilerin, bakım ve gözetimlerine ihtiyaç duyan ebeveyni olanların infazına
ara verilmesini sağlayacak düzenlemelerin yapılması,
5- Açık Ceza İnfaz Kurumlarının geçici olarak kapatılması,
6- Ceza İnfaz Koruma Memurlarının en az süreyle çalışmasına imkan verecek
şekilde vardiyalı çalışmalarının sağlanması,
7- Mali konularda alınan mücbir sebep kararlarının mahpuslar ve cezaevi
çalışanlarından esirgenmemesi,
8- İnsanların günlük yaşamlarını tehdit eden adi suç hükümlülerinin affı ve
topluma dönüş yeteneğini kazanmayan, mükerrer suçluların hak etmeyecekleri
şekilde salıverilmeleri sonucunu doğuracak düzenlemelerden kaçınılması.
Ancak mevcut koşullarda, bu türden önlemlerin alınması halinde Türkiye’nin ve demokrasisinin, kamunun yararına bir sonuç alınabilir. İnfaz sisteminin etkinliği yanı sıra hak temelli ve insancıl yaklaşımların yok edilmesi sonucunu doğuracak bir düzenleme Türkiye’nin yararına olmayacaktır.