Prof. Dr. Nejla Kurul
Türkiye’de hükmeden politik yapı, tüm gövdesiyle sivil toplum üzerine çökerek aşağıdan yukarıya iletilmek istenen söz ve siyasal eylemin nerdeyse tüm kanallarını kapatıyor. Nihayetinde baskı ve tahakküm yoluyla yeni arayışların doğuşuna da kaynaklık ediyor. Ranciѐre’den esinlenerek, Türkiye’deki krizi bir hükümet süreci krizi olarak tanımlayabiliriz. Eşitliği ve özgürlüğü reddeden bu kriz karşısında, siyaset çözüm üretememekte, siyasal olan da açığa çıkamamakta, dolayısıyla siyasetin genel bir krizinden söz etmek mümkündür. Ancak, Türkiye toplumunun, “eşitlik sürecini” hayata geçirmek üzere siyasete girişmesi ve bu süreci örmesi de mümkündür.
Şimdilerde bu sürecin özel okullardaki yansımalarına tanıklık ediyoruz. Ne var ki bu söz resmi okulların daha iyi durumda olduğu anlamına gelmiyor. Türkiye’de hem özel okullar hem de resmi eğitim, yeğin otoriterleşmenin etkisi altında. Çocukların ve gençlerin gidebileceği, az sayıda özgün öğrenme deneyimleri dışında, bu iki okul seçeneği dışında başka bir yol neredeyse yok.
Eğitimde iki klasik yol: Devlet Okulu ve Özel Okulculuk
Birinci model olan resmi eğitim denilince, piyasa talepleri ve verili devleti inşa eden etnik, dinsel ve ataerkil kodların, toplumsal alandan gelen karşı yönden tazyike rağmen korunduğu ve özellikle yürütme gücünü elinde bulunduran siyasal iktidarın tüm kamusal talepleri reddettiği arındırıcı, türdeşleştirici ve özümleyici devlet alanının uzantısı bir “öğretme” süreci olduğunu anımsayalım.[1] Çocukların ve gençlerin duygu üretmeden öğrenmek zorunda oldukları bir eğitim süreci. Duygular hiç yok değil ama sevinç de yok! Bu öğretme süreci okul içinde yarattığı dilsizleştirilmiş Öteki’ler, içerideki ve dışarıdaki sürgünlerle varlığını sürdürüyor. Devlet otoriterleştiğinde eğitimin bileşenleri üzerindeki çember daralıyor, toplumsal mücadelelerdeki güç akışlarına göre çemberin görece genişlediği dönemler de oluyor.
Resmi eğitimin iktisadi ve finansal bir yönü var. Resmi eğitim ya da devlet okulları doğrudan ve dolaylı vergilerle finanse ediliyor. Buna diyecek bir şey yok kuşkusuz. Vergi alan devlet, eğitimi bir hak olarak verecektir, ancak her kesimden vergi aldığına göre çoğulculuğu gözetecektir. Ancak resmi eğitimin tüm finansmanını vergi yükümlüleri yapmasına karşın küçük bir azınlık dışında yurttaşların eğitim üzerine konuşma hakkının olmamasına dikkati çekmek gerekiyor. Yani bizlerin bütçe hakkı engelleniyor.
2020 Merkezi Yönetim Bütçesi ödenekleri içinde Milli Eğitim Bakanlığına ayrılan pay yüzde 11.4’tür (125.4 milyar TL). İç ve dış güvenlik ile yargı harcamalarına merkezi yönetim bütçesinden ayrılan ödenek oranı ise (yüzde 13.2+ yüzde 11.4) toplam yüzde 24.9’dur. Devletin zor aygıtlarına ayrılan pay epey yükselirken ideolojik bir aygıt olarak eğitime ayrılan pay öğrenci sayısındaki artışına karşın önceki yıllara yakın bir seyir izlemiştir.
İkinci model eğitim özelleştirilmesi, eş deyişle sermayedarın eğitimi. 1980’lerden itibaren sermaye birikim rejimindeki köklü değişimle birlikte güçlendiğini gözlüyoruz. Üstelik uzunca bir zamandır özelleştirmeleri can hıraç savunan bir siyasal iktidar tarafından yönetiliyoruz. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nca hazırlanan bir rapora göre [2] Türkiye’de, 1986-2016 yılları arasında yapılmış olan 68 milyar dolarlık özelleştirmenin yüzde 87. 9’u AKP Hükümetleri döneminde yapıldı.
2018-2019 öğretim yılında toplam 66 bin 848 okul var ilkokul, ortaokul ve liselerde. Bu okullarda toplam 16 milyon 529 bin 169 öğrenci öğrenim görüyor. 2018-2019 öğretim yılında, özel okul öğrencilerinin toplam öğrenci sayısı içindeki oranı yüzde 8.7 olmuş. 2000-2001’de özel okul öğrencilerinin toplam öğrenci sayısı içindeki oranının yüzde 1.9 olduğu anımsandığında özelleştirmeler konusunda epey yol alındığı gözleniyor. 2018-2019 yılında özelleştirmeye ilişkin toplam oran, öğretim düzeylerine göre epey farklılık taşıyor. Eğitimin özelleştirilmesinde okul öncesi eğitim birinci sırada (yüzde 16.5). Bu oranı ortaöğretim izliyor (yüzde 13.7), sonra ortaokullar (yüzde 6.2) ve ilkokullar geliyor (yüzde 5). [3]
Eğitimde özelleştirmenin perişan hali
Özel okulların resmi eğitimdeki aynılaştırıcı, özümseyici, arındırıcı devletleştirme pratikleri nedeniyle bir kaçış alanı olduğu görülüyor, özel okullar hem ağırlıklı sağdan hem de sol kesimlerden gelir düzeyi görece yüksek kesimleri çekiyor. Ne var ki siyasetteki kutuplaşmaya bağlı olarak özel okullar da birbirinden ayrıldı. Farklı kanaatlere bakılırsa okul sermayesinin genel karakterine göre okullara yüklenen nitelikler farklılaşıyor. Özel okullar, kimilerine göre daha “dindar”, kimilerine göre daha seküler, cinsiyetçi karakteri daha düşük, daha ‘hür’(!), kimlik ve anadillerine daha duyarlı, daha çağdaşmış algısı ile hem devlet politikası olarak hem de emeğin orta katmanlarından gelen bir taban tarafından desteklenir gözüküyor. Özel okullar, eğitim sürecinde çokluk’un karşılaşma alanı değil, aynı mahallenin aynılaştırıcı politik bir mekânını üretiyor. Sorunları kamuoyuna kısmen yansıyan özel okulların durumunu hızla gözden geçirelim.
Gülen okullarına ne oldu?
Anımsanacağı gibi, “milli güvenliğe tehdit oluşturan ve FETÖ/PYD” ilişkisi saptanan 15 vakıf üniversitesi, 934 okul, 109 özel öğrenci yurdu ve pansiyonu kapatıldı. Bu okullar 15 Temmuz Darbe girişi öncesinde İslami sermayenin göz bebeği olarak anlatılmış ve devletin eski kodlarına karşı savunulmuştu. Uzunca bir süre iktidara göre, imam hatip okulları ve Gülen okulları Türkiye’de çoğulculuğa katkı getiriyorlardı ve Türkiye’yi uluslararası kamuoyunda iyi bir biçimde temsil ediyorlardı. Ne var ki ilginç biçimde araştırmacılar bu okullardaki okul, öğrenci ve öğretmen sayılarına bir türlü kolayca ulaşamıyorlardı. Yani bu okullar özel öğretim sistemi içinde idi, (kapatılan okullara bakıldığında) bunlar AKP’nin üst kadrolarının bildiği ama kamunun pek de bilmediği okullardı. Yani Tuksal’ın da ifade ettiği gibi cemaatler şeffaf değildi, AKP’nin de cemaatlerle ilişkisi yeterince kamusal değildi. Şimdi de 15 Temmuz sonrası kapatılan bu okullara ne olduğunu bilmiyoruz. Kaçı başka bir sermaye grubuna devredildi, kaçı İmam Hatip Lisesi haline dönüştü, ne kadarı devletleştirildi?
Peki ya Doğa Koleji?
Türkiye genelinde 130’u aşkın yerleşkesi bulunan Doğa Koleji çöküşün eşiğine nasıl geldi? Öğrenci Veli Derneği’ne göre, Türkiye’nin 51 ilinde 411 okula sahip olan Doğa Kolejleri’nde 10 bine yakın öğretmen çalışıyor. Doğa okullarında güvencesiz ve geçici süreli istihdam edilmiş öğretmenlerin ve diğer çalışanların ücretlerini alamaması ile başlayan süreç, öğretmenlerin derslere girmemesi ve grev yapması ile devam etti.
Doğa Kolejinin kısa tarihi oldukça ilginç! Kolej, 2001’de Fethi Şimşek tarafından (Doğa Eğitim Vakfı) kurulmuş, yaklaşık 15 yıl çalışmalarını rahatça sürdürmüş. Anlaşılamayan bir nedenle Fethi Şimşek, kolejleri darbeden yaklaşık bir yıl önce yabancı bir ortağa (Turkven) satmış ama kısmi ortaklığından da vazgeçmemiş. Kolej, Gülen Cemaati ile bağlantılı olduğu iddia edilen Turkven’den, 2016’da yani OHAL döneminde, 320 milyon dolara Metal Yapı’nın sahibi Ömer Saçaklıoğlu’na, bazı kaynaklara göre bir gece yarısında bankalar mesai saati dışında açtırılarak satılmış. Yani ne okulun bileşenleri ne de kamuoyu bu süreçten haberdar olmuş. Koleji alan şirketler grubunun, yani Metal Yapı’nın eğitimle hiçbir ilgisi yok, bir gayrı menkul şirketi. Sonrasında muhtemelen kolejin gelirleri büyük ölçüde gayrı menkul işine yatırılmış ve okullar batışın eşiğine getirilmiş.
Son günlerde hikâye daha da ilginç hale geldi. İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Vakfı’nın Doğa Koleji okullarını satın almak üzere olduğunu duyduk. Satılık okulun fiyatı da belirlenmiş: 800 milyon TL! Doğal olarak bir devlet üniversitesinin vakfında bu denli yüksek bir paranın bulunması mümkün değil. Çünkü rakam İTÜ’ye 2020 yılı bütçesi için yani bir yıl için ayrılmış ödeneğin yaklaşık yarısı (443.2 milyon TL). Şu anda bu okullara dair “İTÜ Vakfı’nın Doğa Kolejleriyle ilgili müzakerelerinin olumlu yönde devam ettiği” cümlesinden fazla bilgimiz yok. Doğa Koleji zinciri, 2015’den bu yana yani yaklaşık dört yıl içinde üç kez el değiştirmiş olacak, parası olmadığını tahmin ettiğimiz İTÜ Vakfı’nın devri alıp almayacağı ve alırsa sahipliğinin ne kadar süreceğini öngörmek güç. Ancak eğitimde ticarileşmenin geldiği son aşama bu!
İstanbul Şehir Üniversitesi durumda?
Üniversitelerin özelleştirilmesi konusunda bir olay da İstanbul Şehir Üniversitesi’nin mali gerekçeler gösterilerek Marmara Üniversitesine devridir. AKP ile aynı tabana seslenen yeni kurulan Gelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu’nun da kurucusu olduğu İstanbul Şehir Üniversitesi alışılmadık bir YÖK kararıyla garantör Marmara Üniversitesi’ne devredildi. Öğreniyoruz ki kamuya ait olan yerleşke arazileri iktidara yakın olan vakıf üniversitelerine bedelsiz tahsis ediliyor, sonra mülkiyet devrine dönüştürülebiliyor, bu devir karşılığında üniversiteler Devlet bankalarından, Halk Bank’tan ciddi miktarda yatırım kredisi alabiliyorlar. Görüldüğü gibi eğitim sermayesi ile siyasal iktidar arasındaki ilişkiler bu örneklerde çok açık. Kamu arazilerinin bedelsiz özel okullara devri, kamu bankaları kanalıyla kullandırılan ucuz krediler, teşvikler, vergi indirimleri ve afları, ayrıca öğrencilerden alınan yüksek harçlar yetmiyor, ayrıca bu kurumlar borçlanıyorlar.
Özel okullar ve vakıf
üniversitelerinin durumuna bakıldığında, yarattığı eşitsizlikler ve ortaya
çıkardığı sonuçlar nedeniyle eğitimin özelleştirilmesinin kamu yararına
olmadığı anlaşılıyor. Başka bir eğitimi inşa edebilmenin yollarını aramalıyız.
[1] Nejla Kurul (2019) Başka Bir Eğitim Hikâyesi Bireyin Gelişimi, Toplum ve Doğa Etkileşimi Üzerine Sorgulamalar Ankara: Siyasal Kitabevi, s.409.
[2] Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, Türkiye’de Özelleştirme, 2016, s. 11.
[3] Milli Eğitim İstatistikleri 2018-2019, www.meb.gov.tr, Nejla Kurul (2012) Eğitim Finansmanı, Gözden Geçirilmiş Genişletilmiş 2. Baskı, Ankara: Siyasal Kitabevi, s.50-51.