Sivas Katliamının üzerinden 27 yıl geçti. Dr. Ozan Çavdar, doktora çalışmasında katliamı, “yas” ve “bellek” kavramlarını merkeze alarak tamamladı. Çalışma “Sivas Katliamı – Yas ve Bellek” adıyla İletişim Yayınları’ndan çıktı.
Dr. Çavdar, Madımak Oteli yakılmadan önce Pir Sultan Abdal heykelinin yıkıldığına işaret ediyor ve olayın Alevi-Sünni çatışmasından öte, Alevilere dönük bir katliam olduğunun altını çiziyor.
Başbağlar’ın trajik bir katliam olduğunu vurgulayan Dr. Çavdar, Madımak önündeki anmaların engellendiğini, Başbağlar’da ise devlet törenlerinin düzenlendiğine işaret ediyor ve ekliyor:
Sivas Katliamı her gündeme gelişinde ‘… ama Başbağlar katliamını da kınayın’ diyen bir kesim var.
Dr. Vahdet Mesut Ayan
Türkiye’de 1990’lı yıllar, faili meçhul cinayetlerin, katliamların, “post modern” askerî darbeyle hükümetlerin devrildiği yılları kapsamaktadır. 2 Temmuz 1993’te gerçekleşen Sivas Katliamı ise, Türkiye’de Alevilere, aydınlara, entelektüellere karşı yapılan en trajik kırımlardan biri olarak tarihteki yerini almıştır.
Sivas’ta yaşananlar, Alevilere yönelik geçmişte meydana gelen Malatya, Maraş ve Çorum katliamlarının âdeta son halkasıdır. Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde çalışmalarını yürüten Dr. Ozan Çavdar ile bu katliamı, İletişim Yayınları’ndan çıkan Sivas Katliamı Yas ve Bellek kitabı üzerinden değerlendirdik.
Sivas Katliamı gerçekten son halka mıydı, o gün orada yaşananlar her şeye rağmen unutulabilir mi? Yoksa gündelik hayatta kullandığımız “hatırlama” ya da “hafıza” sürekli yeniden oluşan, inşa edilen insani pratikler midir? Dr. Çavdar ile Sivas’ın değinilmeyen ya da göz ardı edilen “kolektif belleği” üzerine konuştuk.
Hocam öncelikle kitabı yazma fikri nasıl oluştu, bundan bahsedebilir misiniz?
Sivas Katliamı Yas ve Bellek isimli kitap, benim doktora tezime dayanıyor. Doktora tezime başlarken de kafamdaki soru, “belleksiz toplum” tartışmaları ile alakalıydı. Türkiye’de zaman zaman işte Türkiye toplumunun belleksiz toplum olduğuna dair tartışmalar yapılagelmiştir. Ben de bellek meselesi üzerine kafayı yorarken, bunu nasıl somutlaştırabilirim diye düşündüm. Beni çok etkilemiş bir olay olarak Sivas Katliamını mesele edinebileceğimi, alan araştırması haline getirebileceğimi düşündüm.
Sivas Katliamı, o dönemi yaşayan pek çok ailede olduğu gibi, bizim ailede de çok etki bırakmış bir olaydı, kişisel olarak benim üzerimde de etkisi çok fazlaydı. Bu etkiyi de düşünerek, “bellek meselesini Sivas Katliamı üzerinden nasıl çalışırım” diye araştırmaya-okumaya başladım. Tabii bir taraftan Sivas Katliamı üzerine yazılmış pek çok eser var; ama bunlara baktıkça şunu fark ettim: Ailelerle görüşmeye dayalı çalışma yoktu. Bu kısmı sen de çok iyi bilirsin, bizim meslekte çalışılmamış bir konu üzerine yazmak oldukça önemlidir. Doktora tezinde de beklenen bir şeydir bu; ama katliamla ilgili bellek üzerine bir çalışmanın olmadığını fark etmek benim açımdan biraz şaşırtıcı da oldu. Çünkü ben aslında bu mesele mutlaka çalışılmıştır, birileri muhakkak bakmıştır gibi bir düşünceyle yola çıkmıştım; fakat bunu göremediğimde böyle bir çalışmanın alana katkı sunacağını düşündüm.
2 Temmuz 1993’te Sivas’ta gerçekleşen katliamla ilgili birçok akademik makale ve tez var. Sizin çalışmanızı bunlardan ayıran temel farklar nelerdir?
Benim ulaşabildiğim kadarıyla bu alanda iki tez vardı. Sonrasında başka tezler de eklendi bunun üzerine, sayıca az da olsa çok değerli akademik makaleler, kitaplar da var. Yine de bu alandaki çalışmalar nitelik olarak çok iyi olsa da, niceliksel anlamda, sadece bu konuyla ilgilenen araştırmaların çok az olduğunu düşünüyorum; çünkü bu konunun hâlâ ele alınabilecek pek çok yönünün olduğunu söyleyebilirim. Zira çalışmaların odak noktasının genel olarak Sivas Katliamını kimin yaptığıyla ya da o gün neler olduğuyla ilişkili bir noktadan yola çıktığını görüyoruz. Elbette bu da çok önemli çaba; ama benim peşine düştüğüm mesele, o gün neler oldu ya da bunu kimler yaptı gibi “büyük resmin” peşine düşen bir çalışma değil. Çalışmamın odak noktası daha ziyade bu aileler neler hatırlıyorlar, yas sürecini nasıl yaşıyorlar, bu yasla nasıl başa çıkmaya çalışıyorlar, onlar için önemli olan mekânlar, ritüeller nelerdir gibi sorulardı.
Kitabınızda, bellek ve yas kavramlarının yanında “karşı bellek” kavramını da kullanıyorsunuz. Karşı bellek kavramını özellikle Başbağlar katliamı üzerinden açabilir misiniz?
Öncelikle Başbağlar ile ilgili şunu söylemeliyim: Bu kesinlikle trajik bir katliam. Başbağlar, geçiştirilebilecek bir olay değil; ama şu yönünü mutlaka görmek zorundayız, yakın zamana kadar Madımak Oteli önündeki anmalara ciddi engellemeler oldu ve burada polisin, kolluk kuvvetlerinin çok ciddi pozisyon aldığını ve polisin zaman zaman engelleme vesaire yaptığını görüyoruz. Buna karşılık Başbağlar’da bir devlet töreni gerçekleştiriliyor. Sivas Katliamı her gündeme geldiğinde “…ama Başbağlar katliamı” diyen kesimin bunu mutlaka görmesi gerektiğini düşünüyorum.
Sivas Katliamının boyutuna baktığınız zaman, zaten katliamla çok etkili bir hukuki ve toplumsal yüzleşmenin gerçekleştirilemediğini görüyoruz. İstenebilecek zaten en asgari şeylerden biri, Madımak’ın müze yapılmasıydı; fakat bunun gerçekleştirilmediği çok net bir şekilde görüldü.
Böyle bir durumda bunlar gerçekleştirilememiş haldeyken, birileri Sivas Katliamı hakkında konuşmak istediğinde “ ama Başbağlar’ı da mutlaka kınayın, Başbağları da ele alın” gibi şeyler söylendiğini görüyoruz. Yani bir takım karşı çıkışlar olduğunu söyleyebiliriz. Biraz önce dediğim gibi Başbağlar’daki anma bir devlet protokolü gibi gerçekleşiyor. Başbağlar’ı küçümsemeyerek diyebilirim ki, burada bir anlatı kurma açısından baktığımızda Başbağlar’ın, Sivas’ı hafifletmek için kullanıldığını düşünüyorum. Başbağlar ile ilgili hep atılan iddia -bu da komplo teorisi düzeyinde- Sivas’ın intikamı olduğudur. Şimdi benim Başbağları şu kesimler yapmıştır, şu nedenle yapmıştır gibi kesin fikirlerim yok. Burada komplo teorilerine dayanmak gibi bir durumum da yok; ama Başbağlar’ın Sivas’la ilgili bu kadar ısrarla gündeme getirilmesinin, -üstelik Sivas’ı biraz küçümseyerek- bir anlatı kurma girişimi olduğunu görüyorum.
Açmak gerekirse, Alevi-Sünni çatışması varmış gibi bir anlatı kurulduğunu, belli yönleriyle hâlâ devam eden Alevilere dönük tarihsel baskının yok sayıldığını, Aleviler ve Sünniler arasında bir çatışma varmış ve Başbağlar da Sivas ile birlikte bunu yansıtan bir şeymiş gibi bir anlatı kurulduğunu söylüyorum.
Sivas’ın karşısına bu şekilde Başbağlar’ı çıkardığınızda bu anlatının beslenmeye çalışıldığını ileri sürüyorum. Bunun da karşı bellek olan kısmı, toplumsal yüzleşmesi hâlâ gerçekleşmeyen Sivas Katliamının vebalini birilerinin sırtından almak için inşa edilen resmi söylemdir.
Hocam o halde ortada şöyle bir durum var: Katliama uğrayan Alevilerden ziyade Alevi-Sünni çatışması söylemi, eşit olan iki gücün çatışması şeklinde yorumlanıyor.
Kesinlikle, bunun zaten Madımak Oteli’nin düzenlenmesinde de bu şekilde oluşturulduğunu görüyoruz. Madımak Oteli, Bilim ve Kültür Merkezi haline getirildi. Bu bina mevcut haliyle hiçbir şey yansıtmıyor. Katliam gerçekleştirildiğine dair bir iz yok, tek iz bu binanın girişine yerleştirilen ve üzerinde isimlerin yer aldığı levhalar. Bu levhalarda da katliama uğrayanlarla katliamı gerçekleştirenlerin isimleri yan yana yer alıyor. Bu da bahsettiğimiz çatışma anlatısının bir devamı. Bu isimleri yan yana koyarsanız, burada ancak bir çatışma anlatısı kurduğunuz fikrini ediniriz.
Kitabınızda ayrıca Gezi Direnişi, Soma Katliamı ve 10 Ekim Ankara Gar Katliamı gibi Alevilerle doğrudan ilişkisi olmayan katliamların çalışmanızın katılımcıları tarafından Sivas Katliamıyla ilişkilendirildiğini okuyoruz, bunu nasıl açıklıyorsunuz?
Bu meseleyi şöyle kuruyorum: Bu kurulan ilişki, belleğin çalışma biçimi ile alâkalı. Yani belleği hep genel olarak geçmişle ilişkili bir kavram gibi düşünüyoruz; ama aslında her birimizin belleği bugün aracılığıyla tekrar inşa oluyor. Açıkçası bellek, özellikle kolektif bellek bugünle çok sıkı ilişkileri olan bir kavram diyebiliriz. Belleğin bugünle ilişkisi, özellikle travmatik olaylarda çok daha fazla etkileşim halindedir. Bu durum, çalışmamda şöyle somutlaştı:
Bir katılımcı, yakın zamanda yaşanmış Soma Katliamındaki görüntüleri -ise bulanmış vücudu simsiyah olmuş işçileri- Sivas katliamından sonra gittiği hastane morgundaki bedenlere benzeştirerek anlattı. Bu da bana şunu düşündürdü, aslında az öncesöz ettiğim gibi Sivas Katliamı sol, sosyalist, sosyal demokrat özellikle de Alevi kesimleri çok ciddi etkilemiş bir olay. Ama bu tip travmaları çok daha yakından deneyimlemiş insanlar açısından baktığımızda, olup bitenler, bu insanlar için çok daha farklı bir anlama bürünebiliyor. Yani bizler bunlardan yine de etkilenebiliriz; ama onu, o travmayı yaşamış, çok daha yakından deneyimlemiş insanlar açısından bizdeki etkinin çok fazla katlandığını görüyoruz.
Türkiye’deki gibi bu tip olayları sıklıkla yaşamış çok fazla insanın olduğu bir toplumu düşündüğümüzde şöyle bir noktaya da varabiliyoruz. Bu olaylar ardı ardına yaşanıyor, belki bizler unutup geçiyoruz; ama bu tip pek çok olay olduğunu düşündüğümüzde yaşanan her bir olay aslında bir çeşit travmatik kartopu gibi bir etki yaratıyor insanlarda. Bu etki sürekli büyüyor diyebiliriz. Bu tip olayların çokluğunu düşündüğümüzde Türkiye toplumunun çok daha fazla travmatize olmuş, çok daha yaralı bir toplum olduğunu söyleyebiliriz. Benzer bir örnekle somutlaştırırsak, bir katılımcı Gezi üzerinden bana şöyle bir soru sordu:
“Gezi’de hayatını kaybeden çocukların tamamı Aleviydi, neden hep bizim çocuklar ölüyor?” zamansal anlamda birbirinden uzakta olan bu iki olay arasında bir ilişki kurulabilmesi, travmatik olaylarda kolektif belleğin nasıl işlediğini görmemiz açısından önemli.
Öyleyse katliama dair bellek, katliam günü ile sınırlı değil; bilakis sürekli yenilenen ya da sizin de belirttiğiniz gibi inşa edilen bir hatırlamadan bahsediyoruz.
Kesinlikle, travma dediğimiz kapanmayan, bellekte sürekli açık kalan bir meseledir. Üzerine gelen her bir olay yarayı daha fazla açıyor. Zaten aileler açısından hiçbir zaman kapanmayacak bir yara bu; ama Türkiye’de bu tip olayların sürekli yaşandığını düşündüğümüzde, yine söylediğim noktaya geri döneceğim; Türkiye toplumunun bizim düşündüğümüzden çok daha fazla travmatize olmuş bir toplum olduğu ortaya çıkıyor. Bu da kolektif belleği sürekli olarak bu yönde yeniden inşa ediyor.
Katliamda yakınını kaybedenlerin talebinin aksine Madımak Oteli’nin utanç müzesi değil de, Bilim ve Kültür Merkezi olarak kullanılması, Alevilerin ya da Türkiye toplumunun katliama ilişkin belleğinde nasıl bir etki bırakır?
Madımak Oteli’nin geçirdiği dönüşüme kısaca bakacak olursak bu bina, Bilim ve Kültür Merkezi haline getirilinceye kadar alt katındaki kebapçıyla gündemdeydi. Hatta AKP’nin Kültür Bakanı Ertuğrul Günay da bu binanın bu şekilde kullanımından utandığını belirtmişti.
Alevi açılımı döneminde bu bina bir dönüşüm sürecine alındı ve bu dönüşüm sürecinde de sanki böyle anlamlı bir değişim yapılacakmış gibi bir hava yaratıldı. Fakat bu dönüşüm süreci pek kimseye danışılmadan, kimseden fikir alınmadan gerçekleşti. Bu sürecin sonunda bir de baktık ki, bina Bilim ve Kültür Merkezi haline getirilmiş. Şimdi bu dönüşüme bakacak olursak dediğim gibi en sorunlu yönlerden biri, katledilen insanlarla katleden kişilerin isimlerini yan yana yer alıyor olması.
Bina orada bir katliam yaşandığına dair bir şey gösteren bir mekân değil. Bu anlamıyla bomboş bir bina olduğunu söyleyebiliriz. O tarihe, orada neler yaşandığına, orada Türkiye tarihinin en korkunç katliamının yaşandığına dair hiçbir iz barındırmıyor. Bu haliyle şu anda Bilim ve Kültür Merkezi olarak işlev gördüğünü de zannetmiyorum. Biraz göstermelik bir biçimde böyle bir işlev atfedildi bu binaya.
Bunun yanında aslında aileleri çok fazla rahatsız eden noktalardan biri de Madımak Oteli’nin Bilim ve Kültür Merkezi yapılması; çünkü Sivas Katliamının yaşandığı günlerde Sivas’ta zaten bir kültür ve sanat şenliği yapılıyordu. Oradaki çocuklar, gençler, entelektüeller, aydınlar zaten kültür ve sanat şenliği için gelmişler. Dahası benim görüştüğüm aileler çocuklarının kültürle, sanatla, eğitimle iç içe olmasına önem veren aileler. Çocuklar, edebiyatla, müzikle, dansla, tiyatroyla ilgililer. Kültür ve sanatın birçok alanına ilgi duyan insanlar bahsettiklerimiz. Şimdi siz binayı bir taraftan bir dönüşüme alıyorsunuz, bu bina orada katliam yaşandığına dair hiçbir şey yansıtmıyor ve siz mekânı kültür sanat şenliğinde öldürülmüş insanların neler yaşadığını gösterecek şekilde düzenlemeyip buranın adını Bilim ve Kültür Merkezi koyuyorsunuz. Bu, ailelerin çok içerlediği, öfkelendiği bir durum. Bunun üzerine çok daha fazla konuşulabilir, bu mekânın geçirdiği dönüşüm üzerine. Binanın içerisinde yer alan levhaları ve saldırganların isimlerinin de orada olduğu düşünüldüğünde, devletin az önce bahsettiğim Alevi-Sünni çatışması anlatısının ete kemiğe büründüğünü görüyoruz.
Örneğin bazı İslamcı, muhafazakâr kesimlerin yazılarında gördüğüm şu; bu bina müze haline getirilirse Alevilerle Sünniler arasındaki çatışmayı körükler gibi çeşitli tezler var. Yani sonuçta bahsettiğim gibi böyle birçatışmadan zaten söz edemeyiz; ama işte bir zorlama kardeşlik anlatısı kurmak yerine, zorlama bir tezden yola çıkmak yerine, birlikteliği gerçekten inşa etmek gerekiyor. Bunu inşa ederken de burada bir katliam yaşandığını teslim etmek ve bunun hakkını öncelikle vermek gerekiyor.
Katliam günü otel yakılmadan evvel Pir Sultan Abdal’ın heykeli yıkılıyor. Bütün bunları da düşününce Alevi-Sünni çatışmasından öte burada çok net bir şekilde Alevilere dönük bir katliam gelişiminin olduğunu görüyoruz. Bu şekilde bunu bir zorlama kardeşlik anlatısıyla boğmaya çalıştığınızda hiçbir şekilde bir toplumsal yüzleşmenin gerçekleşmesiveya hesaplaşma mümkün olmuyor. Dolayısıyla buradan bir kardeşlik, bir eşitlik inşa etmenin pek de imkânı yok aslında.
Son olarak Sivas Katliamının medyada yer alış biçimi ile ilgili neler söylersiniz?
Son dönemki medya üzerine aslında senin de bir çalışman var. Sen bu meseleyi daha yakından inceledin. Şunu çok net bir şekilde görebiliyoruz: Sivas Katliamı, anaakım medya olarak tanımlayacağımız medyanın gündeminde olan bir konu değil artık; ama daha fazla ilgi gösterdiği dönemlere baktığımızda da, o gün neler yaşandı ya da bu olayı kimler yaptı gibi bir meselenin etrafında şekilleniyor medya söylemi.
Oluşan diğer söylem ise, çubuğu biraz bükerek olayı sadece dramatik yönüyle ele almak yönünde. Yani iki uç arasında salınma durumu var. Sıklıkla dile getiriyorum bu katliamı kimin yaptığı benim çalışmamdaki meselem değil; ancak bunu da küçümsemiyorum. Gerçek gazetecilik faaliyeti aracılığıyla bu konu araştırılıyor olsa oldukça anlamlı olur. Ama medyanın bu konuyu ele alış biçimi kanıta dayalı değil. Yayınların günün rüzgârına kapıldığını ve bunların komplo teorilerine dayandığını görüyoruz.Fail, kimi zaman PKK, kimi zaman Ergenekon oluyor. Çok fazla fail ortaya çıkarılabiliyor. Şayet Komplo teorisi değilse bu katliamı kimin yaptığını ortaya çıkarmak çok anlamlı; ama medya söylemi siyasi zeminin rüzgârlarına dayalı.
Buradan varmak istediğim yer şu, hep fail arayışı var ancakben, zorlama kardeşlik anlatısından hareketle vakanın nasıl inşa edildiğini önemsiyorum. Medyada gözlemlediğim diğer bir konu katliamın faturasının Aziz Nesin’e çıkarılıyor oluşu, otelin önünde katliam yapmak için toplanan insanların kışkırtıldıkları, bu yüzden böyle bir eyleme geçtikleri çerçevesinde haberlerin yer alması. İşte tam olarak bu söylem, faillerin eylemini meşrulaştırmaktadır. Burada görmezden gelemeyeceğimiz nokta şu, oradaki insanlar, bir toplanma çağrısına kulak verip toplandılar. Orada bulunan herkes bu işin failidir. İlla sizin elinize benzin alıp binayı yakmanıza gerek yok. Siz orada doğrudan oteli yakmamış da olabilirsiniz ama oradaki insanların çıkmasına da izin vermediniz.
Bu açıdan baktığımızda Türkiye’deki linç kültürü üzerine de düşünmemiz gerekiyor; zira lincin böyle bir yönü var, otel önündeki her insan oradaki insanların öldürülmesine neden oluyor. O binanın önünden o insanlar çekilmediler, katledilen insanları kurtarmak için adım atmadılar. Oradaki insanları, gerekçesi ne olursa olsun sorumsuz kabul edemeyiz.
Bir de medya boyutuna baktığımızda, en somut biçimde şöyle bir örnek verebilirim: Sivas Katliamı ile ilgili izlediğim bir tartışma programında katliamla ilgili konuklardan biri Zeynep Altıok’tu ve bir anda canlı yayına katliamı gerçekleştirenlerden birinin ailesi bağlandı. Burada medyanın tutumu da oradaki insanlar eşitmiş gibi bir anlatı kurma yönünde şekillenebiliyor. Bu ve benzeri yayınlarla katliam esnasında yaşanan kayıplar ya da mağduriyet eşitmiş izlenimi yaratılıyor. Devletin eşitleyici tutumunu medyanın da devam ettirdiğini görüyoruz.