Metin Gülbay
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır’da çözüm sürecini bozanın kendisi değil de PKK-HDP olduğunu ileri sürmesi siyaset arenasını karıştırdı. Erdoğan ne diyordu böyle, çözüm süreci falan derken? Hani bu defter kapanmıştı, çözüm süreci falan artık yoktu, Kürt sorunu bile yoktu, yalnızca terör sorunu vardı. Ne oldu da çözüm süreci Erdoğan’ın aklına geliverdi birden?
Bu soruya Erdoğan’ın yeni bir aldatmacaya başvurarak Kürtleri heyecanlandırmak, onlarda yine bir umut yaratıp, seçimde oylarını almak için çözüm sürecini dile getirdiğini belirterek yanıt verenler de var, kendisinin düştüğü çukurdan çıkmak için her şeyi yapabileceği biçiminde yanıt verenler de var. Ama bu ikincisini yapanlar pek fazla değil. Herkes akıllandı çünkü.
Yapılan tüm yorumlar çok önemli ama belki bu konuda kafa yorulması gereken temel soru şu olmalı diye düşünüyorum: Çözüm süreci niye başarısız oldu, yenisinin başarılı olması için hangi yöntem izlenmeli?
Niye başarısız oldu?
Eski çözüm sürecinin başarısız olmasının nedenlerinin en başında gizli kapaklı yürütülmüş olması geliyordu bence. Eğer süreç İmralı-Kandil-Ankara arasında yürütülmeseydi, tüm toplum neler olup bittiğiyle ilgili sağlıklı bilgiler alabilseydi yani özcesi her şey toplumun gözü önünde, açık, saydam bir biçimde cereyan etseydi ve bir de uluslararası gözleme-izleme heyeti oluşturulabilseydi belki de olumlu sonuçlanırdı. Olumlu sonuçlanmasaydı bile kimin yan çizdiğini toplum anında görürdü. Oysa şimdi her iki taraf birbirini suçluyor, ben yapmadım sen yaptın diye.
HDP’li siyasetçi eski milletvekili Sırrı Süreyya Önder Duvar’da, İrfan Aktan ile söyleşisinde “Bu sürecin bitirilmesini sadece provokasyonlarla izah edemeyiz, hayır. Eğer toplumun sahip çıkmasını sağlayabilseydik barış süreci su sızdırmaz, kurşun geçirmez bir ruha bürümüş olur; başarıya ulaşırdık. O zaman da çözüm sürecini bitirmek üzere provokasyon tertipleyenler birer sinek vızıltısı gibi gelip geçerdi” diyor. Bunu ben şöyle okumak isterim doğrusu, “toplumla birlikte yapsaydık daha iyi olurdu”.
Niçin bir toplumsal sorunu toplumun gözü önünde, onun katılımını sağlayarak çözmek önemlidir?
Çünkü sorun tüm toplumun sorunudur. Çözüme evet diyecek olan toplumdur başkası değil. Çözülmesini isteyenlerle, istemeyenlerin özgürce tartışıp, hatta belki -küfüre ve hakarete kaçmadan- sertçe tartışıp sonuç alabilmelerinin yegâne yolu budur. Toplum kendisi için neyin iyi olduğunu bilir ve bulur, aksini iddia etmek topluma hakarettir, mantığa ve tabii ki toplumsal iradeye karşı çıkmaktır. Eğer karşı çıkmak bilerek yapılıyorsa, yani “toplum bundan anlamaz, sorunu çözemez, bunu akil insanlar çözer ancak” diyorsanız, o zaman zaten sorunu çözmek için yola çıkmamışsınız demektir. Gizli amacınız veya amaçlarınız vardır yani.
Toplumun aşağılanması ve işe yaramayan bir sürü olarak görülmesi siyasette görülmemiş bir şey değildir. Faşist partiler, totaliter partiler ya da seçimle gelmeyi demokrasi dışına çıkmak için bahane olarak kullanmak isteyen partiler toplumu gereksiz insan kalabalığı olarak görür. Onlara göre her şeyi zaten kendileri bilmektedir, başkalarının görüşlerine ihtiyaçları yoktur. Üstelik başka görüşler zaten zararlıdır, dile getirilmesi bile ihanetle eş anlamlıdır ve yok edilmesi gerekir. Türkiye’de böyle partiler var biliyorsunuz.
Ülkemizde çözüm sürecini iyi niyetle yürütmek isteyen parti var mı diye soracak olursanız ben var diyemiyorum. Yani sorunu kendi amaçları, çıkarları doğrultusunda kullanmak istemeyen, gerçekten halkın bu sorunu en az zararla çözmesini isteyen bir parti yok.
Ancak çözüm süreci yeniden başlaması gereken bir süreç, çünkü çok büyük bir sorun bu. Öyle ki bu sorunu çözmeden demokratikleşmek mümkün değil. Bazı yazarlar Kürt sorununun çözümünü demokratikleşmeyle çözüleceğini söylüyor. İyi de demokratikleşmeyi nasıl yapacaksınız? Kürtlere “bi dakka bekleyin, biz bir demokratikleşelim, sonra sizin sorunu da çözeceğiz” mi diyeceksiniz?
Bu işe yanlış yerden başlamak demektir. Üstelik çözüm sürecinin olumlu sonuçlanmasıyla demokratikleşme de başlamış olur zaten.
Aritmetik yani dört işlem bilmek (toplama, çıkarma, çarpma, bölme) matematiğin olmazsa olmazıdır. Dört işlemi bilmiyorsanız cebir veya türev ya da integral işlemlerini çözemezsiniz. Aritmetiği öğrendiğiniz anda her türlü işlem için hazırsınız demektir. Aritmetiği öğrenmek demek Türkiye için Kürt sorununu çözmek demektir.
Benzetmeye bu sözcükler üzerinden devam edelim. Çünkü demokratikleşme çok daha kapsamlı bir süreç. Yani matematik gibi. Dört işlem bilmek yetmez yani. Devletin her ayağını düzeltmeniz gerekiyor, saydamlaştırmanız gerekiyor. Yargı, yasama, yürütme, eğitim, çevre, dış politika vb. Bunları yoluna koymak epey uzun bir süre alacaktır. Muhalefet partilerinin dediği gibi birkaç ayda bu iş çözülemez.
Mecliste çözelim sorunu
Muhalefetin yanı sıra bazı yazarlar da çözüm sürecinin ancak ve ancak mecliste çözülmesi gerektiğini savunuyor. Ben buna da karşıyım. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde şu anda HDP’yi saymazsak Kürt sorununu çözmek isteyen hiçbir parti yok. Eğer varsa bana bu konuda ne dediklerini söyleyin sözümü geri alayım.
Örneğin ana muhalefet partisi CHP Kürt sorununu çözmek bir yana böyle bir sorun vardır bile diyemiyor. Partide belki birkaç sol kanat milletvekili böyle düşünüyor olabilir ama genel başkan dahil diğerleri bir barış sürecine şiddetle karşı.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Faik Öztrak 25 Ağustos 2019’da attığı bir tweette aynen şunları söyledi:
“Seçimden hemen önce İmralı’dan mektup taşıtanlar, terörist başının kardeşini devlet televizyonuna çıkaranlar, Oslo’da teröristlerle pazarlık masası kuranlar bugün teröristlerle en ufak dirsek temasımız olamaz demiş. Ne diyelim milletin hafızasını küçümsemek de kibre alamettir.”
Oslo’da teröristlerle pazarlık yapanlar diye tweet atan parti mi Kürt sorununu çözecek? Pardon da PKK dışında birileriyle mi görüşme yapacak acaba CHP? Savaştığınız kişiler onlar çünkü. CHP’nin bu işi asla çözemeyeceğini işte bu nedenle söylüyorum.
Diğer partilerle ilgili zaten bir şey söylemeye gerek yok sanırım. İYİP lideri Meral Akşener HDP ile kanlı bıçaklı olduğunu açık açık söyledi yani çözüm süreci falan yürütemez bu parti, dolayısıyla Kürt sorununu da çözemez. Zaten böyle bir sorun da yok onlara göre, terör sorunu var.
DEVA veya Gelecek Partisi de Kürt sorunun nasıl çözeceklerini açıklamadı. Diyeceksiniz ki açıklasalar ne olur ki, birinin oyu yüzde 2 diğerinin yüzde 1. Ama bir planları olabilirdi yine de.
Bir de şu durum var.
Türkiye’de eğer bir sorunu çözmek istemiyorsanız “o işi mecliste çözmek lazım” dersiniz. O iş meclise geldiğinde tüm partilerin katılımıyla anlı şanlı bir komisyon kurulur, sonra o komisyon aylarca, yıllarca çalışır, bir alt komisyona havale eder işi, o da bir altına, bu iş böylece unutulur gider.
Yani bir sorunu mecliste çözmek aslında o işi çözmek istemiyoruz demenin Fransızcasıdır. Herkes iyi kötü İngilizce biliyor diye bunu Fransızca söylüyorlar: Mecliste çözelim.
Sonuç olarak yinelemekte yarar var: Devletin yöneticileri sıfatıyla başlatacağı bir çözüm sürecinde zaten mecliste bulunan ya da bulunmayan partiler de, tüm sivil toplum kuruluşları da, tüm akademi dünyası da, kısaca Türkiye’nin tümü yer almalıdır. Tabii uluslararası bir gözlemci heyetini kesinlikle unutmadan. Yan çizmeye kalkanları açıklayacak tarafsız birilerine ihtiyaç var.
Türkiye ikili oynamayı bırakmalıdır
Filipin ordusu ile Moro İslami Kurtuluş Cephesi arasındaki savaşın sonlandırılması için başlayan “barış süreci”ne 2012 yılında Japonya, S.Arabistan, Malezya ve İngiltere ile birlikte Türkiye de “üçüncü göz” olarak katıldı ve bir çerçeve antlaşması imzalandı. O sırada müzakereler 15 yıldır sürüyordu gerçi silahlar susmamıştı ama kimse de masayı devirmeyi aklına getirmemişti. Barış Anlaşması’nın imzalanması ile 145 gerilla sembolik olarak silahlarını Birleşmiş Milletler gözlemcilerinin önünde teslim etti. Silahları teslim alan heyetin başında da Türk diplomat Haydar Berk bulunuyordu. Türkiye başka ülkelerde bunu yaparken kendi ülkesinde masalar sandalyeler deviriyor, karşı taraf teröristlikle suçlanıyor. Peki Filipinler’deki Moro İslami Kurtuluş Cephesi de terörist değil mi bu anlayışa göre? Bizim siyasilere sormalı: İçeride başka dışarıda başka konuşmak ayıp olmuyor mu? Tutarlılık diye bir şey var ama sizin pek taktığınız yok galiba…