Metin Gülbay
İslamiyet ile ilgili çok tartışmalı savlar vardır. Bu dinin kurulurken zora başvurulduğu savıyla, bunun kesinlikle yanlış olduğu ve İslamiyet’in bir barış dini olduğu savı yandaşlarınca kuvvetle savunulur.
İkisi de yanlıştır. Bir sistemin ortaya konarak yaşama geçirilmesi tarihin her döneminde muazzam zorluklarla karşılaşmıştır. Unutmayalım ki her sistemin ortaya çıkışında “zor” unsuru mutlaka kullanılmıştır. Sistemi daha doğarken boğmak isteyenlere karşı sistemin kurucuları tarafından uygulanan zor bir anlamda nefsi müdafaa olarak anlaşılmalıdır. Eğer siz onları yok etmezseniz onlar sizi yok edeceklerdir.
Çok acımasız gelen bu cümleler 1500 yıl önce kulağa pek de öyle gelmiyordu sanırım. Hatta bugün bile bu yöntemin kullanıldığını dünyanın hangi yöresine baksak görebiliyoruz.
İslam’ın ortaya çıkışı ve onu bir sistem haline getiren Muhammed’in çabalarını da bu gözle görmek gerçeği anlamamıza yardım edecektir. Böyle bakınca da sorun, zor kullanıldı mı kullanılmadı mı ikileminden çıkıp başka bir düzeye ulaşmaktadır. İslam’ın doğuşunda kullanılan zor herhangi bir halk veya topluluk için “katliam/soykırım” aşamasına ulaşmış mıdır yoksa amacıyla sınırlı kalarak sistemi korumak dürtüsüyle mi yapılmıştır? Konunun uzmanlarının yazdıklarına bakılırsa ikincisinin doğru olduğu ortaya çıkıyor. Ama ilkin İslam öncesi Araplar’ın durumuna bakmamız gerekiyor.
İslam’dan önce Bedeviler nasıl yaşıyordu acaba? Bu arada belirteyim ki Muhammed’in eylemleri tam da bu yazının konusu olmayacaktır. Onu bir başka yazıya bırakıyorum.
İslam öncesi Araplar
“İslamiyet’in doğuşundan az önceki kritik devirde, Orta ve Kuzey Arabistan’da yaşayan halkın hakim vasfını bedevi kabileliği teşkil eder. Bedevi toplumunda sosyal birim fert değil, topluluktur. Fert mensup olduğu topluluğun bir üyesi sıfatıyla hak ve vazifelere sahiptir. Topluluk bütünlüğünü dıştan çöl hayatının güçlükleri ve tehlikelerine karşı kendini müdafaa ihtiyacı sayesinde, içten de aslı sosyal bağlantı olan erkek koldan gelenler arasındaki kan bağı sayesinde koruyordu. Kabile geçimini sürü ve davarlarından ayrıca komşu ülkeler yerleşik halkının ve Arabistan Çölü’nü eskisi gibi aşmayı göze alan kervanların yağmalanmasından sağlardı. Yerleşik halkla meskûn ülkelerin malları, bir çeşit birbirini takip eden yağmalar neticesinde, sınırların en yakınındaki kabileler vasıtasıyla iç bölgelerde yaşayan kabilelere intikal ederdi. Kabile çoğu zaman özel toprak mülkiyeti tanımaz ve otlaklar, su kaynakları vb. ortak mülkiyet altında bulunurdu. Sürülerin bile bazen kabilenin ortak malı olduğuna ve sadece menkul eşyanın mülkiyete bırakıldığına dair deliller mevcuttur.
Siyasi yapı
Kabilenin siyasi örgütlenmesi ilkeldi. Reis, eşit hak sahipleri arasından seçilen seyyid veya şeyh idi. Şeyh kabile halk efkârına yol göstermekten çok, buna uygun hareket eder, vazife yükleyemez ve ceza veremezdi. Hak ve görevler kabile içinde farklı ailelere ait olup, bu hususta dışarıdan bir kimse iddiada bulunamazdı. Şeyhin ‘idarecilik’ vazifesi emretmekten çok, hakemlik yapmaktı. Şeyh zorlama kudretine sahip olmadığı gibi, makam salāhiyeti, hükümdarlık, kamu cezası vb. kavramları da göçebe Arap toplumunda nefret uyandırırdı. Şeyh kabilenin yaşlıları tarafından ‘Ehlü’l-beyt” adıyla tanınan tek bir ailenin üyesi arasından seçilirdi. Kabile içindeki aile reisleri ve klan temsilcilerinden oluşmuş bir āyān heyeti, yani meclis, şeyhe müşāvirlik ederdi. Meclis kamuoyunun sözcüsüydü. Asil sayılan bazı klanlarla diğerleri arasında fark gözetildiği sanılır.
Kabile hayatını ‘sünnet’ yani atalardan kalan örfler düzenlerdi. Bunun kuvveti atalara karşı duyulan saygıdan gelmekte, ceza veya mükâfātı da yalnız kamuoyu sağlamaktaydı. Kabile meclisi sünnetin dış sembolü ve tek icra vasıtasıydı. Sosyal hayata hakim olan anarşiyi kan gütme ādeti bir dereceye kadar sınırlandırıyordu. Buna göre öldürülen adamın yakını katilden veya onun kabilesine mensup bir kimseden intikam almak vazifesiyle mükellefti.
Bedeviler’in dini
Göçebelerin dini şeytanlara tapma esasına dayanıyordu. Bu ise, eski Samiler’in putperestliğiyle ilgilidir. Tapılan varlıklar, köken itibariyle, ağaçlarda, pınarlarda ve özellikle kutlu taşlarda yaşayan, belirli yerlerin sakinleri ve efendileriydi. Gerçek anlamda bazı tanrılar mevcut olup, bunların nüfuzu kabile inançları çerçevesini aşıyordu. En önemlilerinden üçü Menat, Uzzat ve Allat idi ki sonuncusunu Heredotos zikreder. Bu üç tanrı, genellikle daha yüksek bir tanrıya, Allah’a tābi bulunuyordu. Kabile dininde gerçek bir ruhban sınıfı yoktu; göçebeler ilahlarını, kutsal emanet teşkil etmek üzere, bir kırmızı çadırda taşır ve savaşa giderken bunu yanlarına alırlardı. Dinleri şahıs değil, toplum diniydi. Kabile inancı, çoğu zaman bir taş, bazen de başka bir eşya ile sembolleştirilmiş kabile tanrısı etrafında toplanırdı. Tanrı şeyhin evinde muhafaza edilir ve böylece ev dini itibar kazanırdı. Tanrı ve ona tapınma kabile ayniyetinin timsali, kabile birlik ve uyumunun tek fikriydi. Kabile dinine riāyet siyasi itaati gösterirdi. Dini inkâr ihanetle birdi.”*
Ve Muhammed’in yeni dini
“En son evrensel din olarak Arap Yarımadası’nda doğan İslamlığın peygamberi Hz.Muhammed, Mekke’de bu yeni sistemin esaslarını ortaya atarken, henüz toplumu geniş ölçüde düzenleyecek kuralları koymak düşüncesine erişmemişti. Yalnızca yeni bir din kurmak amacı ona yetiyordu.”1
“Fakat Hicret’ten sonra kendisine düzenleyici āyetler de gelmeye başladı ve İslam dini yavaş yavaş bir devlet sistemine doğru gelişti. Böylece İslamiyet, siyasi bir din olma yoluna girdi.”2
“Yeni dinin bu şekilde gelişmesinin sebepleri açıktır. Hicret olayından sonra Hz.Muhammed, İslamiyet’in istikbalinin teminatı için bütün Araplar arasında birlik kurulmasını zaruri görmüştür. Tamamen kabile hayatı yaşayan Araplar’ın bir düzene sokulabilmesi uzun mücadelelere yol açmış ve Hz.Muhammed, ileri bir kültür seviyesine ulaşmış Medineliler’in büyük yardımıyla amacına hızla yaklaşmıştır.”3
Muhammed neden Medine’ye gitti?
“Medineliler’in Hz.Muhammed’e yardım etmelerinin sebebi şöylece özetlenebilir: ‘Mekke ileri bir ticari gelişime, çok gelişmiş bir māli sisteme, iyi bir iktisadi duruma sahip olduğu halde, sosyal kurumları Bedevi esaslarına ve göçebe prensiplerine göre düzenlenmişti. Klan (aşiret) bağları varlığını sürdürüyordu. Medine’de ise para ekonomisi ve toprağa yerleşme yüzünden klan bağları zayıflamıştı.** Ayrıca Medine’deki Museviler’in ve şehrin Hıristiyan alemi ile daha yakından temas etmesinin etkileri ile halk tek tanrı fikrine daha iyi hazırlanmıştı ve Arabistan’ın bu olgunluktaki en ileri topluluğu idi.”4
İslam gibi tüm hayatı düzenleyen bir sistem kurmanın zorlukları
“Kabile hayatı yaşayan ve o zamana kadar üstün bir otoriteye itaat etmemiş olan Araplar’ı bir devlet düzeni içine sokabilmenin güçlüğü açıktır. Büyük bir dinin kurucusu ve yepyeni bir devletin yaratıcısı olarak Hz.Muhammed pek çok müşküllere göğüs germek zorunda idi. Kendisine karşı olan çeşitli zümreleri ilk önce ikna suretiyle İslamlık cephesine geçirmeye uğraşıyor, bunda başarı gösteremezse tabii bir yol olan kuvvet kullanma çaresine başvuruyordu. Kuvvet kullanmanın da çeşitleri vardı. Kalabalık düşmanlarla çoğunlukla savaşılıyor, bazen de düşmanlık anlaşmazlık, hakem yoluyla çözülüyordu. Hakem kararlarının infazı da o devrin usulüne uygun olarak, kuvvet kullanma yoluyla yerine getiriliyordu.”5 Ancak bu yöntem kimi zaman çok kanlı oluyordu.
Musevi kabilesinin erkekleri öldürüldü
“Bu konuda örnek gösterilecek en önemli olay Beni Kurayza adlı Musevi kabilesi ile çıkan anlaşmazlığın çözümüdür. Bu kabile Peygamberle yaptığı yazılı anlaşmaya rağmen düşmanca hareketlere devam ettiğinden, açılan savaşta mensupları kayıtsız şartsız teslim olmuşlardır. Kabilenin akıbetinin tayini için Kurayza’nın akrabası ve dostu Avs kabilesi, Sa’d bin Muaz’ın memur edilmesini istedi. Bu hakem buluğa ermiş bütün erkeklerin öldürülmelerine, kadınlar ile çocukların da esir sayılmalarına karar verdi ve oldukça sert olan bu hüküm yerine getirildi.”6 “Hakem tayin edilen İbni Muaz sonraları kararından bir hayli pişmanlık duymuşsa da Peygamber tarafından teselli edilmiştir.”7
Münferit cinayetler de işlendi
“Dinin ve devletin düşmanı olan, ikna ve ihtar ile kötülükleri önlenemeyen münferit kişiler ise, eğer çok zararlı iseler, katledilmek suretiyle ortadan kaldırılmışlardır: Mesela, Bedir gazasından sonra bir Musevi saz şairi olan Kab’bin Eşref, Peygamber aleyhine Kureyş’i ve Mekkelileri tahrik etmeye, Müslüman kadınları kötülemeye başladı. Siyasi durum son derece gergindi ve Müslümanların durumu gayet kritikti. En küçük bir anarşi unsuruna tahammülü olmayan bir ortam içinde Kab’bin Eşref’in tahrikleri çok zararlıydı. Bu yüzden ‘Tanrı elçisi onu ortadan kaldırmaya karar verdi.’ Bu işe memur ettikleri O’ndan ‘gerekirse hile kullanıp yalan söyleme’ iznini de aldı. Kab’bin Eşref’in öldürülmesi Musevilerin kalbine korku saldı ve bu olay ile Peygamber, bir hayli ileri gitmeye başlamış olan bu zümreyi sindirmeyi ve tehdit etmeyi başarmıştı.”8 Bu konuda başka örnekler de vardır.
“Hazrec kabilesi mensupları Peygambere düşman olan İbni Ebû el-Hukayk’ı öldürmek için izin istedi. Hz.Muhammed bu izni verdi. Yine, el-Üzeyr bin Rasim adlı bir Musevi’nin Peygambere karşı savaş hazırlayacağı ihbarı yapılınca o da bir fedai grubunca öldürüldü.”9
* Bernard Lewis, Uygarlık Tarihinde Araplar, s.41-42-43. ** (W.Montgomery Watt, Muhammad at Mecca, Oxford 1958 ve Muhammad at Medina, Oxford 1956. Arnold Hottinger, Die Araber, Zurich 1960, s.28-39’dan naklen.)
1. Ahmet Mumcu, Osmanlı Devleti’nde Siyaseten Katl, s.3. [Alfred von Kremer, Geshichte der berrshenden Ideen des İslams, Hüdesheim, 1961. (1868 Leipzig baskısının tıpkıbasımı), s.309.] 2. Mumcu, s.3. Richard Hartmann, Die Religion des İslams, Berlin 1994, s.17: A.Carlo Nallino, İslam Hukuku, (çev. Akif Ergin Ay, AÜHFD XI, 1954, sayı 1-2, s.544. 3 Mumcu, s.3. 4. (Bkz. Hartmann, s.16), Mumcu, s.3. 4 numaralı dipnot. 5. Mumcu, s.4. 6. Mumcu s. 4, 7 numaralı dipnot. (Mehmet Hüseyin Heykel Paşa, Hazreti Muhammed Mustafa, (çev. Ömer Rıza Doğrul), 2.basım, İst. 1948, s.222, 225 ve 298 vd. V Vacca Kurayza İA VI, 1012-1013; Huart I, 145. 7. Mumcu s.4, 7 numaralı dipnot. Gölpınarlı, açıklama s.LXV. 8. Mumcu, s.4. 9. Mumcu, s.4-5.