Sosyal psikolog Melek Göregenli, Türkiye’de maden ve taş ocaklarına karşı köylünün isyanının önemli olduğunu, köylülerin yaşam alanını korumaya çalışmasının kendi benliğini korumaya çalışması anlamına geldiğini söylüyor.
Prof. Dr. Göregenli, yaşam alanı bütünlüklü bir şekilde kurulamazsa, insanın ruhsal ve bedensel sağlığının da düzgün kurulamayacağı anlamına geldiğinin altını önemle çiziyor.
Ayla Türksoy
Barış imzacısı ve Sosyal Psikolog Melek Göregenli ile geçtiğimiz günlerde Karantina TV’de yaptığımız Sağlık Toplum Siyaset programında çevre direnişleri, asbest, atık çöpler, AKP estetiği gibi gündemdeki çevresel konulara, sosyal psikolojinin bir alt dalı olan ‘çevre psikolojisi’ açısından baktık.
Dünyada 1970’li yıllardan itibaren daha çok gündeme gelen ‘çevre psikolojisi’, insan davranışlarını anlamak açısından neden önemli bir alan?
Çevre psikolojisi aslında 68 olaylarıyla birlikte gündeme geliyor. Bu olaylardaki temel meselelerden birisi de kapitalizmin getirdiği kentleşme sorununun hayatı yaşanmaz kılmasıydı. Bu dönemden önce sosyal bilimlerde çevre olayları çoğunlukla teorik ele alınıyordu. Çevre psikolojisinin temel paradigması bu; insanlar için daha yaşanılır bir bilgi üretme çabası var.
Çevre dediğimizde genelde sosyal çevre algılıyoruz yani başka insanlar. Ebeveyn özellikleri, çocuğa yaklaşım, okul çevresi vs. Oysa çevre psikolojisi bize bu bilgiyi sağlamakla birlikte, çocuğun gelişimindeki en basit becerilerde bile içinde yaşadığı fiziki çevrenin katkısı açısından çok önemli. Ancak bu katkı çok az görünür vaziyette. Örneğin pandemide bile fiziksel dünyamız oldukça değişti, bunun psikolojik etkilerini görüyoruz. Çevre psikolojisi der ki; İnsanın bilinçliliği ‘şeyler’ ile ilişkilidir, bu fiziki şeylerle kurulan ilişki bizim bilincimizi oluşturur. Bazen bunun farkına varmayız, bazen de farkına varırız. Dolayısıyla mekân pasif bir özne değildir.
Kente sahip çıkmak mekana sahip çıkmaktır
Çevre insan davranışlarını nasıl etkiliyor?
Çevre karşısında pasif özneler değiliz, biz de aktifiz. Çevre psikolojisi, insanın kentlerle ilişkisinde iki tarafın aktif aktörler olduğu bir ilişkiden söz eder. Bu durum Mekân-İnsan-Zaman bağlamında anlaşılmalı. Psikolojiyi bu üçlü ilişkinin ortasında görebiliriz. Mesela Gezi’nin çok az konuşulmuş, çok özgün bir yanı da mekânsal kullanımlardı. Gezi’nin kendilindenliği mekânsal davranışı da çok özgün kılıyor. Normalde eylemlerde, belirli bir mekânın disipline edilmiş kullanımı söz konusudur ancak Gezi’nin içeriği, aktörleri disipline edilmediği için mekanları da disipline değildi. Disipline edilmemiş bir mekânsal kullanım güvenlik güçlerinin de müdahale etmesini oldukça zorlaştırdı.
Hem insanlar, mekânı ihtiyaçlarına göre dönüştürür hem de mekanların yapısal özellikleri insan etkinliğini etkiler. Doğa içinde, mekân ve insanın birbirini dönüştürerek oluşturduğu bir hayattan bahsediyoruz. Örneğin Gezi direnişindeki mekânsal yapılanma, oradaki sosyal ilişkilerin nasıl örüleceğini doğrudan etkiledi. Bazı mekânlar görünür olmak için kullanılan mekanlardır, bu tercih aslında doğal olarak kendini gösterir. Halen görüyoruz; örneğin Taksim meydanının dönüştürülmesi. Bu örnek kamusal mekanların politik bir araç oldukları anlamına da gelir. İktidar, kamu mekanlarını dönüştürerek mekanlar ve hayatlar üzerindeki hegemonyasını da gösterir. Ancak kamu mekanlarının kontrolü, kamuya aittir. İnsanların ortak yaşam alanıdır. Dolayısıyla kente sahip çıkmak, mekâna sahip çıkmaktır. Yeniden düzenlemeler, orada yaşayan insanların değişen ihtiyaçlarına göre şekillenmeli.
İnsanla mekân ilişkisinde karşılıklı bir iradi dönüştürme niyeti vardır ve bu, insanın sağlığında, gelişiminde çok önemli bir yere sahiptir. Fizikte ya da matematikte mekân soyut ve kavramsaldır ancak sosyal psikolojide yaşamsal alanlardır.
Kapitalizmin ürettiği eşitsizliğin ne kadar çıplak göründüğü pandemiyle birlikte sokak kavramının statü değişiminden okunabilir
Pandemide kamusal alanlardan mecburen evlere döndük. Bu da aslında çevre psikolojisi açısından çok önemli bir değişim. “Hepimiz aynı gemideyiz” gibi kavramlar aslında oldukça boş sözler. Salgından önce kamusal alanda yani sokakta olmak statü göstergesiyken, pandemi döneminde sokağın statüsü oldukça düştü. Sokakta olanlar ‘düşük sınıf insanlar’ olarak, ahlaken yargılandı.
Kapitalizmin ürettiği eşitsizliğin ne kadar çıplak göründüğü, pandemiyle birlikte sokak kavramının statü değişiminden okunabilir. ‘Evde kalabilenler’ aslında nüfusun çok küçük bir bölümü. Medyadaki öyküler; hijyenik evler, koşullar elverişli evler üzerinden yazıldı. Ancak alt sınıfların; çalışmak ve ev dışında olmak zorunda olanların; küçük, az odalı evlerde, hijyenik şartları uygun olmayanların ne kadar az görünür olduğunu gördük.
Sınıfsal olarak yukarılara çıktıkça, kapladığınız mekân da artar bu sadece mülkiyet açısından görünür ancak mekânsal açıdan da sınıfa özgüdür. Hayvanlarda mesela, alan tutma yoktur, alan algısı ihtiyaçlara göredir; doğum yapmak, güvenlik, diğer hayvanlarla kurulan ilişkiler vs.
İnsanda ise mekânın bir statü arayışına alet olduğunu görüyoruz, mekân genişlemesi bu yüzden sınıfsaldır. Yazlık evler, kışlık evler, villalar, evinde çalışan insanların; karantinada kalan insanların sınıfsal alanı olmuştur. En minik eşyadan, arazilere, dağlara, taşlara kadar hepsi kapitalizmin dönüştürmesiyle bir değer, meta haline dönüşmüşlerdir ve statüye bağlanmışlardır. Dolayısıyla; insanın çevresiyle, yapılandırılmış (şehir alanları) ya da yapılandırılmamış çevrelerle (doğal alanlar) ilişkisi, bütünüyle kendiliğinden olmayabilir. Ancak bu ilişkiye müdahale, insanın bireysel ve sosyal girişimine doğrudan bir etkiye ve değişime sahiptir.
Çevrenin ciddi bir şekilde bozulmasının hayatımızda yarattığı sonuçlar (kentsel yıkımlar ve asbest tehlikesi, taş ocakları direnişleri, atık çöpler v.s) daha görünür oldu. Çevre psikolojisi açısından bunların sonuçları, görünmez etkiler neler?
Mesela Karadeniz’in yaylalarına taş ocakları yapılması, çay üretiminin kapitalistleşmesi, orman içinde tarım alanı açılması… Ormanla insan ilişkisinde, önceleri mısır, karalahana üreten insanın daha sonra dış otorite müdahalesiyle çay üretimine geçmesi oradaki yaşamın dinamiklerini derinden etkiliyor. Eskiden sadece satmak için değil yaşamını devam ettirmek için de üretilen ürünler, kapitalist dönüşümle ortadan kalkarak, sadece çıkar getiren ürünün devamlı üretilmesine yol açıyor. Üretenin kendi yaşamı için yaptığı hesaplamalar anlamsız kalıyor.
İnsanın doğa ile ilişkisi kendiliğinden ve birbirini kollayan bir ilişki doğalındadır ancak tarımsal veya turistik müdahalelerle, siz, artık aktif üreten bir özne olmaktan çıkıp pasifleşen ve çevreniz üzerinde kontrolünüzün kaybedildiği bir noktaya eviriliyorsunuz. Bu durum sürdürdüğünüz üretimde bütünüyle ‘yabancılaşma’ya yol açıyor.
Bölünmüş benlikler ve mekanların direnişi
Bütünlüklü bir benlikten, bölünmüş bir benliğe geçtik. Benlik inşamız, kişiliğimiz sadece fiziki varlığımız değil, kendi bedenimiz dışındaki fiziki dünyayla ilişkimizden ortaya çıkıyor. Dolayısıyla kendi çevremiz üzerinde kontrolü kaybettiğimizde, insan benliği de bölünmüş oluyor.
Bütün Türkiye’de maden ve taş ocakları açılıyor, altın aranıyor ve buna karşı köylünün bir isyanı, direnişi var. Bu direniş çok önemli çünkü yaşam alanı korunmaya çalışılıyor. Bu, oradaki halkın kendi benliğini korumaya çalıştığı anlamına da geliyor. “Yaşam alanı” bütünlüklü bir şekilde kurulamazsa insanın ruhsal ve bedensel sağlığının düzgün kurulamayacağı anlamına geliyor. Düzgün bir benlik kurulması için fiziki alanın önemi sadece yeşillikli bir yerde yaşamak, ormanda yaşamak değil; ‘bizim’ olan alanın ‘bizim dışımızdaki’ kişiler tarafından değiştirilirken, bizim bu kararlara katılmamamız söz konusu.
Toprağını savunan insanlar için iktidar, sürekli “yabancı kışkırtmalar, oyun, provokasyon” cümleleri kuruyor. Mekanların savunulması neden bu kadar önemli?
Sadece estetik bir kaygı değil, hayatın sürdürülebilir olduğu, doğal bir yapı, döngüsel bir şey var. Müdahaleyle birlikte insanların pasif duruma düşmesi ve kendi hayatlarında işe yaramaz bir hale gelmesi durumu var. Mekânsal belleklerin silinebilmesi söz konusu. Yakın gelecekte bilindik mekanların eskisi gibi hatırlanamayacağı bir durum var. Hızlı ve sistematik değişimlerle bir mekanın, kamusal alanın (örn: Taksim) tarihle bağlantısı kopuyor. Dağlara, doğal çevrelere taş ocaklarının yapılması, Karadeniz’deki yeşil yol vs. Bunlar da insanla mekân ilişkisinin kendilindenliğine, iki tarafın ihtiyaçlarına göre dönüşmesine engel olan, dışarıdan müdahaleler.
Mekân üzerinde kontrol kurmak, oraya kurulan işaretlerle de mümkün
AKP’li belediyeler ve kayyumların post-modern, soyut heykelleri çok tartışılıyor: Tekirdağ köfte heykeli, Diyarbakır’da karpuz içindeki çocuk heykeli, Amasya’da özçekim yapan şehzade, Mengen’de aşçı heykeli, Maraş’ta burma bilezik heykeli vb. Bu heykelleri çevre psikolojisi açısından nasıl yorumluyorsunuz?
AKP estetiği diye çok acı, çok garip bir şey var. Bir gruba olumsuz bir özellik atfetmek hoş değil ancak bu estetik bir gerçek. Kentsel mobilya denilen; otobüs durakları, metrolar, altgeçitler var. Mesela bunların hangilerinin Ankara’da Melih Gökçek döneminde olduğu ayırt edilebiliyor. Bütün bu eserler birbirine benziyor. Heykel meselesi de enteresan. Mekân algısıyla oynamak aslında bir işaret koymak. Mekân üzerinde kontrol kurmak, oraya kurulan işaretlerle de mümkün. Her gelen iktidar, kent meydanlarını istedikleri gibi dönüştürürse kentsel bellek kalabilir mi? Kalamaz. İktidarlarla veya kapitalizmle sürekli değişen fiziksel doku, yurttaşların dahil olmasıyla olmuyorsa mekânın belleği, özelliği azalmış olur.
‘Vatanseverlik’, ‘Yurtseverlik’ fiziki mekâna gönderilen, toprağa atfedilen kavramlardır. Mekânsal olarak baktığımızda ise kapitalizmle birlikte mekanların bir ‘değer’/’meta’ olarak dönüşmesi, fiziksel mekanı vatanseverlik olgusundan çıkarıyor. Apartmanın üst katının bodrum katından daha değerli olması gibi, ‘Avrupa toprağı daha değerli’ oluyor. İktidar tarafından, bütün bir ülkede yaşayan insanların mekanlarının kontrolünü kaybederek, para kazanabilmek, hayatını devam ettirebilmek için böyle aşağılanması ‘vatanseverlik’e dahil ediliyor.