Pazar günü Berlin’de düzenlenen Libya Konferansı’nda, tüm birlik gösterilerine rağmen ülkedeki silahlı unsurların ve onların uluslararası destekçilerinin bölünmüşlüğü tescil edilmiş oldu.
‘Köroğlu Türkleri’nden müdahale devşirmeye çalışan Erdoğan’ın ve Serrac’ın durumu ise belirsizliğini koruyor.
Erman Çete
Beklenen oldu ve Libya’ya müdahil olan ve olmayan devletler, kurumlar, kişiler Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in çağrısıyla Berlin’de toplandı. Konferanstan beklentiler muhtelifti; kesin olansa, Berlin’den çıkan sonucun nihai olmayacağı ve Libya halkının sorunlarına çözüm bulamayacağıydı.
Nitekim, güvenlikten ateşkese, silah ambargosundan insan haklarına kadar bir dizi başlıkta ilan edilen 57 maddelik sonuç bildirgesi, kulağa hoş gelen kimi noktalarına rağmen, temenni seviyesindeki kararların nasıl uygulanacağına dair kesin bir şey söylemiyordu. Göreve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi çağrılıyor, BM Genel Sekreteri’nin Libya Özel Temsilcisi’ne görevler biçiliyor, taraf ülkelere uyarılar yapılıyor, Serrac-Hafter ortak mekanizması ilan ediliyor ama ateşkes “uzmanlar” heyetinin insafına bırakılıyordu.
Elbette, Berlin Konferansı’nın sonuç metni hiçbir şey anlatmıyor değil. Birincisi, adem-i merkeziyetçilik vurgusuyla yerel yönetimlerin gücünün artırılması öneriliyor. Libya’nın güneyine “pozitif ayrımcılık” yapılması önerisine rağmen, aşiretlerin birbirine diş bilediği bir ülkede merkezi otoritenin gevşetilip yerel yönetimlerin gücünün artırılması hem bölünmüşlüğün sürdürülmesini garanti altına alıyor, hem de uluslararası güçlerin ülkeyi etki alanlarına bölmesini kolaylaştırıp onaylıyor. Bunun yanı sıra, bir IMF icadı olan “yapısal reformlar”ın uygulanması talebi, ülkenin ekonomik kurumlarının uluslararası standartlara uyumlu hale getirilmesi paylaşımın düşe kalka da olsa sürdüğünü gösteriyor.
Kazananlar, kaybedenler…
Peki, Libya’daki vekalet savaşını andıran çatışmadaki tarafların bu konferanstan beklentileri nelerdi?
Libya’da Kanlı Bahar kitabının da yazarı olan gazeteci Hamide Yiğit, Berlin’e umutla ve beklentiyle giden esas unsurun Trablus’taki Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ve onun destekçisi Türkiye olduğunu düşünüyor. Yiğit’e göre UMH’nin konferanstan beklentileri şunlardı:
UMH’nin meşru hükümet olduğunun teyit edilmesi,
Trablus’a yönelen Hafter’in ordusunu geri çekmesi ve
BM şemsiyesi altındaki uluslararası güçlerin doğu Libya’daki petrol alanlarını kontrol etmesi.
Hafter ve Tobruk güçleriyse esas olarak Libya’nın bölünmüşlüğünün reddini, Tobruk yönetiminin meşruiyetinin tanınmasını ve Trablus milislerinin silahsızlandırılmasını savunuyordu.
Hamide Yiğit, Hafter’in elinin UMH Başbakanı Fayiz Serrac’a göre daha güçlü olduğunu vurguluyor. Hafter’in askeri pozisyonu UMH’ye göre daha avantajlı görünüyor. Üstelik Yiğit’in aktardığına göre, UMH ile Türkiye’nin ilişkileri ve Ankara’nın asker gönderme kararı Libya halkını Türkiye’ye karşı Hafter’in arkasında birleştirmiş görünüyor.
Bununla birlikte Yiğit, Berlin sürecinin Libya’nın bölünmüşlüğünü baştan kabul ettiğinin altını çiziyor.
Sonuç metnine bakıldığında, ateşkesin kalıcılaşması talebi UMH’nin çıkarına gibi görünüyor. Bununla birlikte milislerin silahsızlandırılması, silah ambargosunun daha sıkı takip edileceğinin duyurulması ve ambargonun delinmesine yaptırım uygulanması, Hafter’cilerle Serrac’cıların eşit temsil edileceği 5+5 askeri komitesinin kurulması, Türkiye’nin “meşru değil” dediği Hafter ve Tobruk Meclisi’nin resmen meşru ilân edildiği anlamına geliyor. Dahası, “yabancı müdahalesinin reddi” ve paralı askerler vurgusunun Türkiye’ye yönelik bir uyarı olduğu düşünülüyor. Yanı sıra, ateşkesin geleceği de belirsiz; zira daha konferans biter bitmez Trablus’un güneyinde tarafların birbirini suçladığı çatışmalar başladı bile.
‘Köroğlu Türkleri’ sahipsiz mi kaldı?
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Libya’ya asker gönderme gerekçeleri arasında “Köroğlu Türkleri’ni koruma”yı da saymıştı.
Hamide Yiğit, Libya’da kendisini “Osmanlı mirasçısı” olarak gören aşiretlerin var olduğuna dikkat çekiyor. Ancak Yiğit’e göre bu aşiretler küçük ve yalnızca Türklerden ibaret değil.
Osmanlı egemenliğindeki tüm coğrafyalarda Osmanlı adına savaşan ve buralarda yaşamaya devam eden aileler olduğu bilgisini veren Yiğit, Libya’da bu grupların, Osmanlı’ya kulluk ettikleri gerekçesiyle “Kuloğlu” olarak bilindiğini söylüyor.
Bu aşiretlerin kendilerine “Osmanlı kültürünü yaşatan Köroğlu Türkleri” denmesini istediğini kaydeden Hamide Yiğit’e göre, adı geçen aşiretler Kaddafi’nin devrilmesi sürecinde Kaddafi karşıtı “Libya Şafağı” isimli İslamcı milis grubu içerisinde yer aldılar. Libya Şafağı, Müslüman Kardeşler destekçisi ve şu anda Trablus’taki UMH’nin askeri gücünü oluşturuyor.
“Köroğlu Türkleri” diye bir nüfustan çok, İhvancı radikal milis grupları içerisinde savaşan aşiret üyeleri olduğunu hatırlatan Yiğit, Libya’da katliamlara karıştığı için Türkiye’ye kaçan, 2018’deyse yeniden Libya’ya dönen Wissam bin Hamid’in “ihvancı milislerin ağabeyi” ve “Erdoğan’ın Trablus’taki ilk adamı” olarak bilindiğini söylüyor.
Bunun yanı sıra, İhvan’ın siyasi kanadı Adalet ve İnşa Partisi lideri ve “Erdoğan’ın Trablus’taki ikinci adamı” olarak bilinen Muhammed Savan da, Serrac Hükümetinin İçişleri Bakanı Fethi Başağa da kendilerini Osmanlı torunu olarak gören “Kuloğlu” Türklerinden.
Bu İhvancı isimlerin Türkiye’yi Libya’da görmek istediğini doğrulayan Yiğit, buna rağmen Libya halkının çoğunluğunun Türkiye’nin ülkedeki varlığına tepki duyduğunu ve Türkiye’yi işgalci olarak gördüğünün altını çiziyor. Hamide Yiğit, Libyalıların Türkiye’nin asker gönderme kararını “Bir avuç İhvan’cıyla birlikte Erdoğan’ın yeni Osmanlı istilası” olarak değerlendirdiğini belirtiyor.
Türkiye’nin Libya’daki yatırımları için bir tazminat anlaşması imzalayabileceği de belirtiliyor. Reuters’in iddiasına göre Şubat ayında imzalanması beklenen memorandumda 1 milyar dolarlık teminat mektubu, makine ve ekipman zararları için 500 milyon dolar ve ödenmemiş borçlar için 1,2 milyar dolar karara bağlanacak. Türk firmaları, Nisan ayından bu yana devam eden savaş nedeniyle projelerine devam etmekte zorlansalar da, Türk-Libya İş Konseyi Başkanı Muzaffer Aksoy, yeni inşaat anlaşmalarının imzalanmaya devam ettiğini belirtiyor.
Doğu Akdeniz’den Libya’ya uzanan gerilim
Öte yandan, Libya’daki mücadele Doğu Akdeniz’de yaşanan gerilimin doğrudan bir uzantısı. Özellikle doğalgaz ve petrol rekabetinde Doğu Akdeniz’de yalnızlaştırılan Türkiye, UMH ile imzaladığı mutabakat muhtırasıyla birlikte bu tecridi kırmayı hedefliyor.
Mısır, İsrail ve Kıbrıs’la da petrol ve doğalgaz arama faaliyetleri nedeniyle sorun yaşayan Ankara, bir süredir Yunanistan’la da gerilimi kontrollü olarak yükseltiyor. Ege’de ihlaller artarken, Yunanistan ordusunda “savaşa hazırlık” gibi görülebilecek düzenlemeler de yapılıyor.
Hamide Yiğit, AKP’nin dış politikasının rasyonel bir temele dayanmadığını, “ortalama bir devlet aklından nasibini almamış bir savaş konseptiyle” devam ettiğini düşünüyor. Yiğit, AKP iktidarının iflası örtmek ve iktidarını sürdürmek için savaş gerilimini bir araç olarak gündemde tuttuğunu ve “her şeyin mümkün olduğunu” söylüyor.
Bununla birlikte, iki NATO üyesi ülkenin ABD’yle ilişkilerindeki belirsizlik sürüyor. Yunanistan Başbakanı Miçotakis’in bu ay başında ABD Başkanı Trump ve Dışişleri Bakanı Pompeo’yla yaptığı görüşmede istediğini alamadığı belirtiliyor. Yunan basınında yer alan haberlere göre, Pompeo olası bir Türk-Yunan askeri geriliminde Yunanistan’ın ABD’ye bel bağlamaması gerektiğini söyledi.
Miçotakis’in Atina’da Hafter’i ağırlaması da, Libya sorununun doğrudan Doğu Akdeniz’le bağlantılı olduğunu gösteren ipuçlarından biri.
Eski Genelkurmay İç Güvenlik Müdürü Ünal Atabay’ın, Rusya’nın KKTC’yi tanımaya hazırlandığı iddiası da Ankara-Moskova ilişkilerine dair bir başka noktayı gündeme getirdi. Rusya’nın KKTC’de üs kurabileceğini de iddia eden Atabay’ı Rusya’nın Atina Büyükelçiliği yalanladı.
Buna rağmen, Doğu Akdeniz gazının taşınması meselesinde, Rusya’nın kendi boru hatlarını güvenceye almak için Mısır-İsrail-Kıbrıs-Yunanistan hattını siyasi olarak sabote edebileceği düşünülüyor. Libya ve Suriye’de Ankara’yı masaya oturtma gayretindeki Putin yönetiminin Doğu Akdeniz gazının taşınmasında nasıl bir rol oynayacağı belirsizliğini korusa da, Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Libya’daki gerilimi yükseltme stratejisinin ABD ve Rusya’da alıcı bulduğu görülüyor.
Bütün bunların yanı sıra, Ankara’da Suriye, Mısır ve İsrail gibi ülkelerle en azından “arka kapı diplomasisi”ne başlanması gerektiğine dair sesler de yükselmeye başladı. Türkiye, “değerli yalnızlığı”nı savaş-diplomasi spazmalarıyla ortadan kaldırmaya çalışıyor.