Hacer Buyruk
Şarkılarda dinledim, şiirlerde yazdım, teniyle uzak, sesiyle yakın, yaylı çalgılar gibiydi huyları, her aşkla kaybettim, her şehirde yeniden karşılaştım, uyku ile uyanıklık arasında bir yerde, onu duyunca kendimi gülümserken buldum. Denizler seyrederken de gördüm onu, onu yollar yürürken de, yazıya dair sözler verirken aklımdan gelip geçti efsunlu, çocuksu bütün yüzleriyle.
Cümle içinde kullandım yemin ederken; yemin ederim, dinim yok, imanım var, nasıl ki sardunyalar, kırılan dallarında devrediyorsa kendini kendine, öyle iman ettim, aşkın sevmekle bitmediğine, iman ettim insanların gözlerinde gördüğüm keder dolu ömürlerine, iman ettim, kalbimin yerinin göğsümden dahası olduğa, iman ettim sardunyaların kokusundaki kendini açan surete. Yıldızların ve ağaçların erdemi ile donanmak istedim, işte bunları bilmekle; uzak zamanlara ışığımı göndermek, elimden kolumdan kim dilerse alsın diye meyve donanmayı istedim.
Ey yalnız rüyalarımda kendime yaptığım hile, bir daha dene; kaydoldum defalarca iktisat fakültesine ve defalarca adını sayıkladım rüyalarımda sardunya; zor soruların sorulduğu kâğıtlar koydular önüme, bir kara yazıya rest çektimse de yarım kaldı tahsilim. Ama az şey mi, bir başkasının rüyasında iş başvurusu yapsa (hayallah, “yapsam” mı demeliydim) sardunya kokuyor sicilim.
Sicilim ve bir de erken gençliğim:
Onüçümde bir tuhaftım; dengesiz, acemiydi ellerim, yıkarken bardak kırardı, bir budur anımsadığım kırık camların suya karışmasına dair, bir de, iki eşik arasında, eski birkaç çift ayakkabının, naylon terliklerin yorgunluğuna, başka bir dünyadan haberler veren, durmadan çiçek giyen, ayakkabıları olsun istemeyen sardunyalar. Siz de gördünüz mü, kırık camların canı suya, pıhtılaşmadan akar.
Durur ki mühürler üstünde yazılar ama ne deniyorsa fermanın içinde, pullar üstünde ülkeler, krallar var ama sevdaya dair ne varsa zarfın içinde.
Kedilerle bile benzer bir yanları vardı, yakınlaştım kimiyle, tuttum kucağıma aldım saksılarını; yapraklarına sürseniz elinizi, mırıl mırıl kokusunu salardı, hatta elini o da sürsün diye, Emel ablaya da uzattım, armağan oldu, armağan olan, dokundular, birbirlerine. Şimdi o sardunya, narçiçeğine yaslamış bir omzunu, kolunun altında kalmış, narların küçük olanı; sevmiş olmalı yeni yerini, sevmiş olmalı çaydan gelen buharı, sevmiş olmalı, üstünü örttüğü yavru narı, toparladı kendini, yeşerdi yaprakları.
Ben, bütün bu şehir manzaralı pulları şunu diyebilecek soluğu toplamak için yazdım:
Komşu balkonda usul usul soluyor, satılık ev ilanı asıldığından ve teyze görünmemeye başladığından beri sardunya. Oysa nasıl da çiçek açmıştı top top, Kasım ortalarında. Ülkesi eviydi, hoş kokulu çamaşırları bayrak bayrak asardı teyze balkona; sardunya, ince ipler üstünde yürüyen, burnun gördüğü cambazdı, o kokulara tutunur bana kadar gelirdi, aşağıya bakmadan, telaşsız, usul. Belki bu üçüncüdür bahsediyor olacağım aşktan, mümkün mü, ölümün bilgisine eklenir mi sadunyaların yazıları, buna yemin eder miyim, bilmem ki bir başka şehre, komşu balkondan tanıştığım sardunyayı, anımsamaya gider miyim?