Çerkes yaşlıları, “Balıkların atalarını yediklerini, balık yemeleri halinde kendi atalarını yiyeceklerini” düşünerek, balık yemeyi reddediyor.
Adnan Genç
Galiba, soykırımlar konusunda en ağır süreçlerden sorumlu bir bölgede yaşıyoruz. İnsanlık suçu kavramıyla örtüşen pek çok katliam, ‘pogrom’ ve soykırım yaşadık. Kendi öznel tarihimiz ve talihimizle de ne yazık ki, bunlara bir biçimde tanık olduk…
Gözlerin görmez, vicdanların da sağır olduğu bir toplam içinde olmak; bırakın herhangi bir kimseye olup bitenden sorumlusunuz, sorumluyuz demeyi; inandırmak bile meseleyken, tam da bugünlerdeki Çerkes Soykırımı konusunda biraz tarih bilgisi ve biraz da kişisel tarihim üzerinden yazmak istiyorum…
Çerkesler’in Çarlık Rusyası’nın nüfus politikası kapsamında sürgüne tabi tutulmasının üzerinden tam tamına 156 yıl geçti… Tarihin en eski dönemlerinden beri yaşadıkları anayurtları Kafkasya’da özgün bir dil ve kültür geliştiren Çerkesler yüzyıllar boyunca süren onurlu bir direnişe rağmen, dönemin büyük devletlerinin ve Çarlık dönemi Rusya’nın baskıcı politikaları ve stratejik hedefleri doğrultusunda soykırıma uğradı ve anayurtlarından da koparıldı.
21 Mayıs 1864; Bitmek bilmeden süren Kafkas – Rus savaşlarının sona ermesi ve Kuzey Kafkas halklarının sürgüne zorlanmasının başlangıç tarihidir. Savaş boyunca yurtlarını terk etmeye zorlanan Çerkesler savaşın bitimi ile birlikte insanlık tarihinin en büyük ve en dramatik sürgününe maruz kaldı.
Çerkes yaşlıları balık yemeyi reddediyor
Kayıtlara göre bir buçuk milyona yakın Çerkes, Kuzey Kafkasya’daki yurtlarından sürülerek Osmanlı topraklarına deniz yoluyla gönderildi. Başka bir deyişle, o dönemki ‘Çerkes nüfusunun yüzde 70’i sürgün edildi. Sürgün sırasında birçok Çerkes, açlık, susuzluk, hastalık ve çeşitli deniz kazaları nedeniyle yaşamını yitirdi…”
Ne kadar benzer cümleler ve tanımlamalar değil mi; 1915’de Anadolu topraklarından gene aynı sayıda Ermeni halkı, Suriye çöllerine doğru; açlık, susuzluk, hastalık ve “ehcir” gerçeğinin getirdiği binbir türlü melanet karşısında yaşamlarını yitirdi… Soykırıma uğradı…
Gemilerle sürgüne yollanan insanlardan, daha fazla para alabilmek için çok yolcu alıyor, bu yüzden fazla yol almadan batan gemilere sık rastlanıyordu. Günümüzde de bu nedenle balık yemekten uzak duran çok sayıda Çerkes olduğu biliniyor.
Çerkes yaşlıları, “Balıkların atalarını yediklerini, balık yemeleri halinde kendi atalarını yiyeceklerini” düşünerek, balık yemeyi reddediyor. UNESCO’nun hemen hemen on yıl önceki raporlarına göre, bugünlerden başlayarak (ki, daha erken başladı bile) 200 milyon insan, iklim mültecisi olacak. Teknelere dolaşan çaresiz mültecileri ve denizdeki kayıplarını düşünelim… Zulüm sürüyor…
1864 yılının Mayıs ayında, Trabzon’daki Rus Konsolosu’nun yazdığı bir rapora göre 30 bin kadar Çerkes açlık ve hastalıktan kırıldı. Gemilerde hastalık belirtisi gösteren olursa derhal denize atılırdı.
Sürgüne tabi tutulan nüfusun en az dörtte birinin yolculuk, kamp yaşamı ve yeni yerleşim yerlerine uyum sırasında öldüğü, bugün nesnel olarak kabul edilmektedir. Bugün Türkiye topraklarında yaşayan Çerkeslerin nüfusu hâlâ Kafkasya’da yaşayan soydaşlarının nüfusundan daha fazladır.
Açık ya da kapalı tüm baskılara, dört bir yana dağılmaları ve çekilen onca acılara karşın Çerkesler varlıklarını ve kimliklerini koruyor, yaşatıyorlar.
Sochi’den yeni topraklara
Bir turne ve Hemşin diyasporasının Moskova’daki ‘gayriresmi’ ilk buluşmasının ardından; Rusya’nın güney doğu ucundaki, Karadeniz’in en güzel sahil kentlerinden olan Sochi’ye gitmiştik. Gene, oradaki ve Abhazya’daki Hemşinlilerle buluşup; konser, panel ve konferans, sergi ve kimi kapalı oturumlarla bir dizi etkinlik yapmıştık.
Dostlarımız bizi Adler üzerinden bir vadiye götürmüş ve oradaki otel ve yapılaşmayı göstererek, güzel vakit geçirmemizi sağlamak istemişlerdi. Bölgenin adını sordum ve rehberimiz bir anda bütün hatırladıklarıyla birlikte galiba kafası karıştı ve bölgenin adını yanlış çevirdi: Kırmızı Ot dedi, bize. Ben de gelin buna; burada yaşanan Çerkes katliamları nedeniyle “Kızıl Çayır diyelim”, dedim. Bölge Hemşinlisi olan dostumuz da zaten ‘Bu tanımı bulmaya çalışıyordum’ diyerek, detay bilgiler vermeye başladı.
Tam da bu binalar ve çevresinde yapılan Kış Olimpiyatları’nın Çerkes halkları tarafından hem dünyanın her tarafında hem de burada protesto edildiğini ve atalarının kanları üzerinde böyle bir etkinliği etik bulmadıklarını haykırdıklarını söyledi. Aslında, gözümüze hoş gelen (evet yamaçlarda tek bina yoktu ve dere kenarındakiler de çirkin görünmüyorlardı), bu yapılar üzerimize (ve elbette yüreklerimize) bir kâbus gibi çöktü. Acıları biliyor, unutmuyor ve unutturmamaya çalışıyorduk…
Kızıl Çayır’a müze
Karadeniz’in bu yakası, yakın bölgelere sürülecek olan Çerkeslerin atıldığı kıyılardı. Onları taşıyan gemiler, bugün benzerleri gibi “birer yüzer tabut”. Şimdi Karadeniz’in öte yakasında Soçi’de, Adler’de, Tuapse’de, Lazarevsk’te, Novorossiysk’te (Tsemez) Çerkes izlerini ararsanız, bulup bulacağınız birkaç köydür. Boşaltılmışlardır. Biz, Kızıl Çayır’da (Krasnaya Polyana) turistik bir yapılaşma ve katliam gerçeğinin üzerini örtme çabası gördük. Oysa pekâlâ buraya geniş bir müze yapılabilir ve hatıralar canlı tutulduğu gibi, yapanların suçu da her gün teşhir edilmiş olurdu.
Rusya’nın soykırımı tanımayan bu tutumuna karşın federasyon içindeki Kabardey-Balkar Cumhuriyeti 1992’de sürgün ve soykırımı tanıdı. Benzer karar dört yıl sonra Adıgey Cumhuriyeti Parlamentosu’ndan da geçti. Türkiye de tarihsel olarak Çerkeslerin yaşadığı bu kanlı sürgünü “tehcir” bağlamından çıkartıp “soykırım” olarak tanımlanmasını sakıncalı buluyor. Çünkü soykırımın tanınması yönünde bir talep, Ermeni soykırımı gibi kendi tarihinden ciddi sorumlulukları Türkiye’nin önüne getiriyor.
Katliam, “pogrom” veya soykırım yaşayan halkların; yaşadıklarını anlatmaya bu durumlarının tanınmasını, özür dilenmesini istemelerinin dışında, çok da kapsamlı talepleri yok… Var(dır) ama, sırayla (bence)… Önce inkârcılara ve “biz yapmadıkçılara” karşı mücadelemizi gündemleştirelim…
Bu nedenle 21 Mayıs’lar, Çerkes halkının yaşama direncinin ifadesi. 21 Mayıs direniştir, başkaldırıdır, diriliş…
* Bu yazı ilk olarak bianet.org sitesinde yayımlanmıştır.