Damla Kılıçoğlu*
Mart ayında Dünya Sağlık Örgütü’nün küresel salgın ilan etmesinin ardından Türkiye’de de hayatın durmasıyla başlayan süreç Haziran ayı ile birlikte yeni kurallarla yolunu bulmaya devam ediyor.
Dersimiz; Tiyatro, konumuz; tiyatrocular.
Cumhuriyetin ilanının ardından yasalara giren tiyatro ve mekân tanımı o günden bu yana 2004 yılında imar yasasında değişiklik ile çok amaçlı salon kavramını hayatımıza katmasından başka bir güncelleme yaşamamış.
Peki bu ne demek?
Eğer bu ülkede yaşıyorsanız ve kendi tiyatro anlayışınızla yürümek istiyorsanız, ilk yapmanız gereken bir şirket kurmak. İsim hakkı, tescili, şirket kurulumu derken kendinizi esnaf veya ticaret odasına kayıtlı bir tacir olarak bulursunuz. Vergi dairesi, SGK ve belediye mevzuatında her konuda sizi kapsayan seçenek ‘diğer’ kolonudur.
Sizi tanımlayan kodlar bile her devlet kurumunda
farklılık gösterir.
Basit anlatımıyla ismini duyduğunuz en lüks lokantayı düşünün, işte o
arkadaşlarla aynı vergi dilimindeyiz, ama aynı imtiyazlardan yararlanamıyoruz.
Başa gelen çekilir diyerek yola devam edersiniz.
Ne de olsa bu bir tercihtir.
Öyle ya, kendi bildiğimiz veya bulmaya çalıştığımız sanatsal yolculuğumuzda
bağımsız olmayı seçmişiz.
İyi de neden bugüne kadar düzenleme yapılmamış?
Güzel soru; bunu biz de merak ediyoruz. Tiyatronun eğitim ve yolculuğunun en sevdiğim yanı bu; soru sormayı öğreniyoruz.
Denemeler olmamış mı? Elbette. Tiyatro büyüklerimiz, hocalarımız, bakanlar… Çalıştaylar yapılmış. Üzerine yazılar yazılmış ancak bir türlü olmamış. Nedenlerini iyi tahlil etmek gerek.
Oynamak temel güdümüz, insanlık tarihiyle yaşıt anlatma ihtiyacımız.
Tiyatro yazılı tarih sayfalarına göre 2554 yaşında. Çok yaşamış, çok görmüş. Evrilmiş, devrilmiş yine kalkmış ayağa; ama hiç tükenmemiş.
Peki şimdi neredeyiz?
Daha önce yazıp söylediğimiz gibi; zaten altın çağını yaşamayan Türkiye
tiyatrosu kendiyle yüzleşmekte.
“Tam tanımsız ucundan bağımlı tiyatrolar” olarak mücbir ve mecbur sebeplerle işimize devam edemiyoruz.
Güzel tarafı ulusal tabanda beş yüze yakın tiyatro bir araya gelip tanışmaya, mümkünse kaynaşmaya çalışıyoruz.
Belgeler, kitaplar, meslek büyüklerimizden dinlediklerimiz ve ucundan yakaladığımız bir sürü oluşumu biliyorken bizzat bizim jenerasyona denk gelen oluşumları da takip etme veya içinde olma şansını yakalıyoruz.
Buraya kadar güzel de, kucağımıza pimi çekilmiş bomba gibi düşen 21. yüzyıla en az salgın kadar ‘hazırlıksız’ yakalanmamıza ne demeli?
Bu oluşumlardan biri önce önden bilet satışı, ardından
şiir kampanyasıyla tiyatro emekçilerine destek istedi.
İsyan etmekten ziyade kabullenip kol kırılır yen içinde kalır diyerek yara
sarmayı düstür edinmiş coğrafyanın çocukları olarak hemen bu kutsal görevi
yerine getirmek kaydıyla paylaşımlar yapıldı, bağışlar verildi ve o başlar
yastığa gurur ve rahatlamışlıkla bırakıldı…
Yok öyle olmadı. Beş yüzden çok daha fazla tiyatro ve tiyatro aşkıyla yanan binlerce emekçiye değil, sadece bir oluşuma kaydolmuş 40 tiyatronun çalışanlarına gidiyor o bağışlar. Üstelik üst ligde oynayan tiyatrolar bunlar. Hani manşetlerde en az 150 TL’den kapalı gişe oynayan tiyatrolar çoğunluğu. Biz de hepinizin yeri hep aynı, kalanları Dynonisos bağışlasın!
Gelelim diğer oluşuma; derdi güzelce derlenmiş bir talep metni çıkmış ortaya bize de imza atmak düşer elbette.
Ama o da ne, çarşı pazar karışmış, sermaye ortaklığı olarak yorumladığımız diğer oluşumla iç içe geçmemiş mi?
Hak geçirmemek lazım, özveriyle çalışanlara haksızlık etmeyelim. Ne yapıp edip “Kenara para atamamışlar mı?” diye soran, önceden sinema yazıları yazıp sonradan yandaş medyada ekonomi-politik ve gündem yazıları yazan muhtereme meselenin aslını anlatarak kendi köşesinde tekzip yazısıyla onurlu bir dönüş sağlatmışlardır.
Top tam filelere girecekken, ‘tüm birikimiyle bir sahne açarak gönlümüzde taht kuran, öte yandan karantina boyunca çekimleri durmayan dizinin oyuncu kişisi’ topu çıkarıp kendi kalemize gol atmıştır.
Bir günlük TT’ye verdik mi krallığı!
Yetmemiştir yüzleşmek… Şimdilerde İngiltere’ye yerleşip memleketteki tiyatrosunu kapatan arkadaş TT kafasını sevmiş olacak ki; sanki meşhurları sahneye çıkaran, ‘evropa’lardan hikâye ve reji alıntılayarak burada bir ekol yarattığı zannıyla dolaşan ve pohpohlanan kendi değilmiş gibi durum tespiti ve eleştirisi yapmış. Sinirlerimizi zıplatan yandaş, havuz diye tabir edilen ana akım medyada maskeli, ağlayan röportaj veren arkadaşlar da cabası!
Daha yasası, tanımı olmayan tiyatro emekçileri tekelleşmeye çalışan oluşumun peşinde, Avrupa Tiyatrosu’nun izinden gitmeye çalışmak, Avrupa Birliği fonları, İngiltere ile 5G kapsamında dijital tiyatro; ki dünyada birçok sanatçı buna karşı açıklamalarda bulunurken, bu aymazlık aynada gördüğümüz en sakil yüzümüz!
Sokağa çıkma yasağında tofu arayanların değil, halkla yürüyenlerin tiyatrosunu var etmek amaç olmalı. Genlerinde veba korkusunu taşıyan Avrupa’ya bakarak kimsenin tiyatroya gelmeyeceğinden korkmak da başka farkındalıksızlık. Sokağı, sahayı, insanını tanımayan akıl.
Yıldız Kenter derslerde bize şöyle derdi; “Doğallıkla aleladeliği karıştırmayın!”
Doğal akışına bırakmak lazım. Su akar yolunu
bulur. Nasıl ki halkların kendi kaderlerini tayin etmelerini savunuyorsak
bırakalım tiyatro da bu topraklarda kendi yolunu bulsun.
Bu coğrafya en kalabalık şehrinden ibaret değil. Kederle seyrettiğimiz bu
pespayelik bize dert oldu. Yazdık. Bu da size dert olsun.
Dyonisos hiçbirimizi bağışlamasın!
* Oyuncu. Bu yazı ilk olarak gazetelink.com’da yayımlanmıştır.