Türkiye’de gazeteciliğin, yeni medyanın, etik ilkelerin tartışıldığı bir yılı geride bırakıyoruz. Türkiye, 2019 yılında podcast kültürü ile derin bir etkileşim içine girerken, yeni haber mecraları ile tanıştı. 2019 yılının son günlerinde Türkiye’de ve dünyada gazeteciliğin durumunu, yaşanan tartışmaları, hayatımıza giren yeni mecraları, yeni medyayı ve nicesini NewsLabTurkey Yayın Yönetmeni Dr. Sarphan Uzunoğlu ile konuştuk.
Altan Sancar
Uzun yıllar Türkiye dışında birçok ülkede eğitimler veren, akademisyenlik görevi üstlenen ve Türiye’de adından söz ettiren NewsLabTurkey’in yayın yönetmenliğini üstlenen Uzunoğlu’na CNN Türk’te termik santrallere ilişkin yapılan yayın ve Rahmi Turan’ın CHP yazısı mesleğin ‘en dipteki’ iki olayı oldu.
Türkiye’de gazeteciliğin evrimini ve son yıllarda sıkça karşımıza çıkan fonlama konusunu da değerlendiren Uzunoğlu’nun sorularımıza verdiği cevaplar şöyle:
“Standartlarımızı Demirören Holding Binası’nın yüksekliği üzerinden tanımlıyoruz”
Türkiye’de medyanın 2019 yılının fotoğrafını çekmenizi istersek, neler öne çıkıyor? Neler mesleği yıprattı, neler mesleği yüceltti?
Bir mesleği yüceltebilecek yegane şey onun bir meslek olduğunu idrak edip onu iyi yapmak olabilir. Yani profesyonellik. Türkiye’de de dünyada da gazeteciliğin bir iş kolu, gazetecilerin o iş kolunda emek veren ya da üretken olan kişiler olduğunu algılayanlar genellikle bu işte başarılı oluyor. Bu bağlamda yeni jenerasyon gazetecilerin, bağımsız projeler etrafında yaptıkları dijital teknolojilerle gelişmiş işlerin tamamı mesleği yüceltmeye devam ediyor. Bazıları ödüller de alıyorlar. Yine de benim dikkat çekmek istediğim birkaç başka başarı öyküsü yahut iyi örnek var. İlki Medyascope’un bir medya girişimi olarak olarak dikkat çekici girişimlerin yer aldığı uluslararası bir listeye girmesi. Bu hepimizin saygı duyması ve cesaret alması gereken bir gelişmeydi. Bir fotoğraf stüdyosundan Türkiye’deki “herkesin izleyebileceği haber” boşluğunu dolduran kocaman bir ağa… O hikâye sadece 2019’da değil Türkiye’nin derin medya krizinin ardından da konuşulacak.
Diğer iki örnek ise daha ziyade doğrulama/teyit alanından. Malumunuz Doğruluk Payı’nın kurucularından olarak bildiğimiz Baybars Örsek IFCN’in (Uluslararası Doğrulama Ağı) başına geçti. Sanıyorum NewsLabTurkey’de ve birkaç benzer yayında çıkan haberler haricinde bu güzel gelişme Türkiye’de bu yeterince haber olmadı. Oysa Türkiyeli bir medya girişimcisinin bu noktaya gelmesi hepimiz açısından övünülecek bir şey.
Diğer örnek ise elbette Teyit.org’un operasyonlarındaki genişleme ve dünya çapında her geçen gün daha fazla adı duyulan işlere imza atmaları. En son Steady’den üyelik modelleri için aldıkları desteği ve başlattıkları kitle fonlama kampanyasını vs. düşünürsek, iyi bir yayıncılığın sürdürülebilir olması gereğini bize hem hatırlatıyor hem de bunun mümkün olduğunu kanıtlıyorlar.
Bence bu senenin en “dipteki” iki olayı CNN Türk’ün termik santralleri savunduğu yayın ve Rahmi Turan’ın Sözcü’deki köşesinden bir başka gazeteciden aldığı istihbarata dayanıp etiği hiçe sayarak CHP’li bir siyasetçiyi hedefe koymasıydı. Mesleği yıpratmaktan ziyade mesleğin yıpranmışlığını ve işlevsizliğini bu iki örnekte gördük.
İyi haberlerin geldiği aktörler ve kötü haberlerin geldiği aktörler arasındaki farklılıkları düşünmek bizi doğru tarafa çekecektir.
-Türkiye’de gazetecilik nereye evriliyor? Hızlı bir değişim var mı? Dünyaya göre neredeyiz?
Türkiye’deki gazetecilik ortamı her ne kadar şikayet, sansür ve otosansür arasında sıkışıp kalmış gibi görünse de yaşadığımız kriz küresel medya krizinin bir parçası. Elbette toplumun sosyoekonomik koşulları ve Türkiye’nin siyasal durumu medyanın krize verdiği küresel yanıtları taklit edip ya da uygulayıp çözüm bulmasının önünde engel olabiliyor. Ancak ben Türkiye’nin mevcut medya sisteminin ölü doğmuş bir sistem olduğunu düşündüğümden, hâlihazırdaki aktörlerin krizle ve yeni siyasal durumla başa çıkamamalarını onlarca yıllık bir arızanın parçası olarak görüyorum.
Evrim, ancak 2010 sonrası doğan haber inisiyatiflerinin gazetecilik ilkelerine sadık kalan işler yapmasıyla tamamlanacak. Şu an biz, toplumun değişen alışkanlıkları karşısında deneysel tepkiler veren; ama bu tepkileri dahi planlı bir şekilde ortaya koyamayan bir medya ortamıyla karşı karşıyayız. Bu elbette yalnızca bizde böyle değil. Ancak, kötülerin yerini iyilerin alması yahut iyilerin iyi olduklarının tasdik edilmesi için bir süre daha sürecek bir finansal ve teknolojik belirsizlikle baş başa kalacağımızı düşünüyorum. Türkiye, yenilik bağlamında birkaç niş aktör dışında dünya trendlerini hep “takip eden” konumunda. Dahası, yenilikleri yerelleştirme konusunda da yeterince başarılı değiliz. Buna bağlı olarak da “dünyanın gerisindeyiz” tespiti dahi eksik bir tespit. Türkiye medyası toplumun/tüketicinin de çok gerisinde. Hâlâ standartlarımızı Demirören Holding Binası’nın yüksekliği üzerinden tanımlıyoruz. Kendini inovatif olarak adlandıran kimi start-up’larda bile bu problem var. Fikren uçup kaçmak; ama aynı zamanda iş planımızı da doğru tasarlamak zorundayız. Aksi hâlde, kötü Youtube formatlarını yenilik diye pazarlamaktan öteye gidemeyiz.
“Gazeteciyi tanımlama işi ülkedeki gazetecilik örgütlerinin sorumluluğunda olmalı”
– Gazetecilere gelecek olursak… Türkiye’de farklı gazetecilik tanımları yapılıyor, hatta tartışmaları yaşandı. Size göre nasıl tanımlanmalı?
2019 yılının en ilginç tartışmalarından biri de buydu sanırım. Aktivizm ve profesyonel gazetecilik arasına bir çizgi çekilmeye çalışıldı. Bu konuyla ilgili yazılar yazıp kimi yayınlara katkı yaptım; ama sizin sorunuz çok daha mühim ve jenerik: “Gazeteciyi nasıl tanımlamalıyız.” Bana kalırsa gazeteciyi tanımlama işi ülkedeki gazetecilik örgütlerinin sorumluluğunda olmalı. Etik denetimlerinin yapılması başta olmak üzere gazetecilerin faaliyetlerini küresel anlamda kabul görmüş prensipler etrafında denetleyen ve bugünün etkisizleşmiş Basın Konseyi’nin yerini alabilecek çok daha katılımcı bir yapıya ihtiyaç var. Ancak bu yapı, uzun tartışmalar sonucunda genel ve ileride yasalar için de belirleyici olabilecek kapsamlı bir gazetecilik tarifi oluşturabilir. Bu konuyla ilgili olarak vaktiyle P24’ün özdenetimle ilgili kitabına bir bölüm yazıp, bu kapsamda bloggerlar ve dijital alanda uzmanlaşan gazetecilerin nasıl denetlenebileceğine dair fikirlerimi aktarma fırsatı bulmuştum. Özetle söylemem gerekirse, her yazım/üretim faaliyetinin gazetecilik olarak tanımlanması aslen gazetecilik faaliyetinin denetlenmesini de zorlaştırıyor, ifade özgürlüğü ve etik bakımdan bağımsız üreticileri de kısıtlıyor. Bu bağlamda kişiler eğer gazetecilik faaliyeti yapıyorlarsa, tıpkı Youtube’daki ya da internette kullanılan fotoğraflardaki lisans sistemi gibi bir tür standart altında yaptıkları işleri tanımlamalılar. Örneğin x kişi ben TGC’nin gazetecilik prensipleri etrafında gazetecilik yapıyorum yazabilir şahsi sitesine. Zira gazetecilik faaliyeti olarak değerlendirilen ama siyasal iletişim sürecinin taktiksel bir parçası olan çok sayıda yayın ve yayıncı da var. Belki hem maddi hem ilkesel bazı koşullara dayanan bu tür bir sistem, kirliliğin önüne geçmemize yardımcı olur. Sorunun etrafında dolaşmış olduğumun farkındayım. Ama örneğin ben yazıp çizsem de, mecralar kurmuş ve yönetiyor olsam da kendimi asla gazeteci olarak tanımlamıyorum. Ben akademisyen olmamın yanı sıra bir medya girişimcisi ya da yayıncıyım. Gazeteciliği bir “iş” olarak kabul ettiğinizde etik, finansal ve pratik bir paketi sahiplenmeniz gerekiyor. İnsanların Twitter bio’larına bu kadar kolay “gazeteci” yazmaları bu açıdan beni biraz ürkütüyor.
“Gelecek, alanında iyi olanların”
-Gazetecilerin taşımak zorunda oldukları meziyetlerin sayısı artıyor. Size göre gazetecinin neyi bilmesi gerekir, meziyetleri ne olmalı?
Aslında bu sektörel güvencesizleşmenin bir sonucu. Bugün, aralarında BBC’den New York Times’a, Guardian’dan Telegraph’a birçok yayının olduğu medya sermayesi, üretim masraflarını kısma politikaları uyguluyor uzun süredir. Geçmişin gazetecilik iş modellerinin ömrü tükendi ve yeni bir model bulunana dek muhabir ve editör rollerinin pastadaki payı daraldı. Doktora tezimi yazarken -ki bundan dört yıl öncesine denk geliyor- Türkiye’den ve dünyadan yayınların iş ilanlarına bakmış ve gazetecilik eğitiminden çok daha farklı niteliklerin (çoğunlukla teknik, deneyim ve dille ilgili) öne çıktığını görmüştüm. Şimdilik sektörün sizden beklentisi her şeyi yapabilmeniz. Yani bir tür “joker” olmanız. Bahsettiğim hem ses hem video kurgulayabilen, hem kayıt alabilen, hem sunum yapabilen ve hatta tercihen son kullanıcıya içeriği ulaştırma teknolojilerini de bilen biri olmanız. Yani içerik yönetim sistemini kullanıp sosyal ağlarda işinizi tanıtmayı da bilmelisiniz. Bahsettiğim bu basit görünen döngüde eskiden 10’a yakın insan emek veriyordu. Şimdi 10 kişinin yaptığı bu işleri tek başına yapabilen bir gazetecinin istihdam şansı daha yüksek. Ancak bu güvencesizlik devri geride kaldığında ve kalite tekrar geçer akçe olduğunda bu işlerden birini ya da ikisini en iyi şekilde yapıyor olmanız size avantaj sağlayacak. Ben 360 derecelik bir yetenek setinin tek bir kişi tarafından tamamıyla taşınamayacağını; ama sürece dair genel bilginin şimdilik sektörde ciddi avantaj sağladığını düşünüyorum. Ama gelecek, alanında iyi olanların. Ki zaten Türkiye’de gazetecilik eğitimindeki aranan isimler de hep bir alanda uzmanlaşanlar, çok amaçlı çakılar gün geçtikçe önemlerini yitirecekler.
“Teknolojiyi küçümseyerek kendini yüceltmeye çalışan gazeteciler kendi mezarlarını kazıyorlar”
-Gazeteci teknoloji ilişkisi nasıl olmalı?
“Katı olan her şey buharlaşıyor,” sözü gazetecilik için de geçerli. Normlar ve ilkeler üzerine kurulu gazetecilik yerini daha pragmatik uygulamaların sözünün geçtiği Amerikan gazetecilik endüstrisinin normları belirlemede asli gücü elinde barındırdığı yeni bir döneme bırakıyor. Teknoloji bu dönemin asli lokomotifi. Bir iki sene önce herkes Facebook’tan nasıl trafik çekeceğini düşünürken artık Topbuzz, Flipboard, Bundle gibi firmalardan gelen trafiği nasıl yakalayacağımızı konuşuyoruz. Bu teknoloji ve toplum ilişkisini doğru yorumlayan ve analitik veriler aracılığıyla bunu anlama kapasitesi olan gazeteciler ve medya girişimcilerinin öne çıkacağı bir dönem. Teknolojiye öcü gözüyle bakan yahut teknolojiyi küçümseyerek kendini yüceltmeye çalışan gazeteciler kendi mezarlarını kazıyorlar.
-Türkiye’de gazeteciliğin yeni olan ile ilişkisi nasıl?
Bir yandan herkes yeninin cazibesinin farkındayken, öte yandan da ülkemize özgü olmadığını umduğum bir “üretmeyi öğretmeden tüketme” hastalığı baş göstermiş durumda. Türkiye’de medya profesyonellerinin çoğu uluslararası örnek ve deneyimleri gözlemlemeden kulaktan dolma bilgilerle yola çıkarak bir şeyler yapıyorlar. Oysa bu iş böyle olmaz. Sektörde çok sayıda gazetecilik eğitim aktörü var. Bize soru sormak yerine kafalarına göre işe başlayan birçok insanın karşısına geçip “ya hu böyle yapmasaydınız keşke” demek zorunda kalıyoruz. Oysa akademik ve akademi dışı kurumsal gazetecilik ortamı aktörlerinin dünyanın her yerinde belirleyici bir rolü var. Bizde gazeteciler bildiklerini okuyorlar. Sonuçta da ya kervan yolda diziliyor ya da ölü doğan projelerle doluyor ortalık. Yani “yeninin cazibesi”, profesyonellikle ele alınmıyor. Bir çocuğun oyuncağına duyduğu ihtirasla saldırıyor insanlar yeni olana. Sonuçsa hüsran. Elbette güzel istisnalar var. Onların da uzun hazırlık süreçleri ve danışma süreçlerinin sonucu olduğunu görebilirsiniz.
-Okurların haber alışkanlıkları değişiyor. Yeni alışkanlıklar neler? Medya talepleri karşılayabiliyor mu?
Bu çok geniş bir soru ve uzunca bir yanıtı hak ediyor. Dijitalle başlayalım. Daha önce söylediğim üzere en başta habere erişimde sosyal ağların yerini “news aggregator” dediğimiz Bundle, Flipboard, Nuzzel, Nabız ve benzeri uygulamalar aldı. Sosyal ağ trafiğindeki ciddi azalma bir yandan endişe verici öte yandan, insanların habere ulaşmak için haberle ilgili bir şeyi telefonlarına indirmeleri sevindirici. En azından çok uluslu platformların insafına kalmayacağız gibi. Bu erişim alışkanlığını anlama ve değerlendirme bakımından ilk adımın bu “aggregator” platformlarının işleyişini anlamaktan geçtiğini söylüyor bize. İkinci mesele ise sanıyorum ki deneyim. Video ve ses temelli projelerde bu sene patlama yaşadık. Podcast Türkiye’deki baharını yaşıyor. İstatistiki olarak kesin bir veriye erişmemiz muhtemelen zaman alacaktır. Ama kitle yeni olana tepki veriyor. Kısa zamanda iyi ile kötüyü ayırt ediyor. Örneğin podcast alanında çok dinlenenlere baktığınızda “geleneksel medya ünlüleri” yerlerini daha alternatif seslere bırakmış durumdalar. İnsanlar farklı olana kaçıyorlar. Tıpkı Medyascope’a, 140 Journos’a ve benzer organizasyonlara duyulan ilgi gibi. Pazarın kuralı işliyor. Birbirinin benzeri içeriklerle dolu geleneksel medya artık karın doyurmuyor. İnsanlar eğlenceyi Berkcan Güven’in kanalında, tarihi Flu TV’de Emrah Sefa Gürkan’ın yaptığı programda, haber yorumlarını Ruşen Çakır’ın günlük yayınlarında tüketmek istiyorlar. Zaten Türkiye’nin en çok izlenen haber bültenine bakınca bile bunu anlamak mümkün. Fatih Portakal’ın sunum tekniği Ünsal Ünlü’yü ya da Ruşen Çakır’ı daha çok andırıyor, yalnızca araya küçük multimedya parçacıkları giriyor. İnternet gelenekseli dışarıdan dönüştürüyor.
“Birbirinin aynısı yüz tane iş yaparak medyayı da demokrasiyi de kurtaramayız”
-Medyanın maddi zorluklarına gelirsek… Gazetecilik nasıl ayakta kalabilir? Örneğin Birgün ve Evrensel ilan alamıyor ya da fon arayan yerler var; alternatif gelir modelleri nelerdir?
Her şeyden önce Türkiye’ye yatırım yapan büyük uluslararası aktörler Türkiye politik olarak normalleştiğinde geri çekilecekler ve kendimizle baş başa kalacağız. Sonrasında da pazarın kuralları işleyecek. Reklam, abonelik gibi geleneksel gelir modelleri öne çıkacak. İnsanlar Türkiye sonsuza dek fonla desteklenen haber platformlarının aktif olacağı ve demokrasi probleminin asla bitmeyeceği bir yer olarak kalacakmış gibi davranıyor. Bu bana akıl dışı geliyor. Bana pembe gözlüklü vs. diyebilirsiniz. Ama bence şu an yaşadığımız “fon bağımlılığı” akıl alır gibi değil. Buna politik olarak karşı olanları anlıyorum; ama ben bambaşka bir nedenle karşıyım. Tembelleştiğimizi düşünüyorum. İlk günden bu yana hibrid iş modellerini savundum. Çoğunlukla da Türkiye’deki dernek ve vakıf hukuku yüzünden birçok proje bunları yapmakta güçlük çekiyor, anlıyorum. Ama Teyit.org, 140 Journos ya da Medyascope gibi organizasyonların çıktığı bir ülkede bahanelere sığınmaya gerek yok. Alternatif orada. Bazen kitle fonlaması, bazen ödeme duvarı, bazen abonelik, bazen reklam, bazen de hibe programları vesilesiyle para kazanacağız. Sabit fikirliliğin yerini açıklık almalı. Bir de Türkiye’de haybeden bir rekabetçilik var. Rekabet çok ama çeşitlilik yok. Birbirinin aynısı yüz tane iş yaparak medyayı da demokrasiyi de kurtaramayız. Fonlayıcılar şimdilik uyanmadı; ama kitle buna uyanmış durumda.
Batanlar niye batıyor diye soracak olursanız bence yanıt basit. Vegan mahallesinde kasap açarsanız olacağı budur. Arz-talep ilişkileriyle ilgili problem var. Basın İlan Kurumu meselesi başından çarpık bir mesele. Devletin “resmi ilan” dağıtması ve gazeteleri buna bağlı hâle getirmesine itiraz etmeyip verilmeyen ilana itiraz etmek zaten sıkıntılı. Türkiye’de her şeyin çılgınca merkezileşmesine izin verdik. Şimdi sonuçlara hep birlikte katlanıyoruz. Ses çıkaranlar ve çıkarmayanlar olarak.
-Sarphan Uzunoğlu olarak bir haber sitesinden ne beklersiniz? Hangi içerikte sunulan haber size daha uygun gelir?
Mobil tüketime uygun olması, günde 7-10 tamamıyla özgün içerik sunması, merak ettiğimiz konularda açıklayıcı olması, ajanslardan alınıp takla attırılmış haberleri öne çıkarmaması ve hatta bunları farklı bir formatta sunması, metin içeriğinde ısrar etmek yerine çok ortamlı bir içerik politikasına yönelmesi.
“Şikayet etmek yerine onu değiştirmenin yollarını arıyoruz”
-NewsLab Türkiye projesi nedir?
NewsLabTurkey’i ben 2013 yılındaki protestolar sonrasında Türkiye’de gelişen yeni medya girişimlerine dair ilgiye verilmiş bir yanıt olarak görüyorum. Ekibimizle daha önce benzer projelere katkı sunmuştuk; ama hem akademi kavramının altını doldurup sulandırılmış içerikler yapmayan, hem de her içeriği okuduktan sonra okurun “bu içerikten ne öğrendim” sorusuna doyurucu bir yanıt bulabildiği bir platform kurmak istedik. The Guardian Foundation’ın desteğiyle de hem bir dijital platform hem de bir girişimcilik hub’ı ile akademiyi birleştiren bir program geliştirdik. 2020 yılında 22 gazeteciye Bilgi Üniversitesi’nde gerçekleşecek dersler kapsamında eğitim sağlayıp start-up’larına finansal destek vereceğiz. Yıllardır yönettiğim eğitim programlarında birlikte çalıştığım arkadaşlarımın, hocalarımın ve işlerini yakından takip ettiğim profesyonellerin yer aldığı çok kuvvetli bir eğitim ve danışmanlık kadrosu kurduk. Bu 22 gazetecinin projeleri bizim mutfağımızda şekillenecek ya da büyüyecek. NewsLabTurkey yalnızca bir eğitim projesi ya da bir web sitesi değil. Yaptığımız iş klasik bir “akademi” ya da “aktivizm” değil; ama sektörel anlamda bir değişim yaratma amacındayız. Türkiye dünyanın bir parçası. Şikayet etmek yerine onu değiştirmenin yollarını arıyoruz.
– En yakından takip ettiğiniz haber siteleri hangileri?
Açıkçası bu konuda yanıtım biraz sıkıcı olabilir. Sıcak haber tüketicisi değilim. Açıkçası sıcak haber alacaksam Twitter’ı da kimi listeler aracılığıyla günde 15-20 dk kullanıyorum ve oradan alıyorum. Yahut Reuters’in uygulamasına bakıyorum. Ama sanırım siz yalnızca Türkiye’yi kastediyorsunuz. Medyascope benim için kurtarıcı bir proje. Özellikle yurtdışında eşimle medya tüketimimiz Youtube’a odaklıydı ve orada da Medyascope haber bağlamında önceliğimizdi. Geleneksel haber ve fikir yazısı odaklı olarak ise T24, BBC Türkçe ve Duvar önceliklerim oluyor. Pazar günleri ise hocam Zafer Yörük’ün yazıları vesilesiyle Yeni Yaşam okuyorum. Haber sitesi olmasa dahi birartibir.org’da yayınlanan makaleler ilgimi çekiyor. Bir de tabii muhteşem blog’lar var. Ne zamandır yazmasa da Foti Benlisoy’un tumblr blog’u, Mahfi Eğilmez’in blog’u, Kriz Notları blog’u gibi çeşitli blog’lar bana kalırsa dünyayı anlama konusunda çok yardımcı.
“Umarım Türkiye’deki üniversiteler oradaki neoliberal modelin içeriksel ve konsept temelli tuzaklarına düşmezler”
-Yurt dışında akademisyenlik yaptınız ve Türkiye’ye döndünüz. İletişim öğrencilerini kıyaslamanız mümkün mü?
Bu biraz garip bir mesele. Türkiye’de ve Lübnan’da çalıştığım üniversiteler vakıf üniversiteleriydi. Norveç’te ise bir devlet üniversitesinde çalıştım. Üstüne bir de her ülkenin eğitim sisteminin farklılığı var. Ödevlerini günü gününe yapan, okumaları tamamlayan öğrenciler Norveç’tekilerdi. Bunun için akademisyen olarak ekstra bir çaba sarf etmeme gerek kalmıyordu. Ancak aradaki en önemli fark Norveç’te üniversite gerçek anlamda akademik bir kurum. Bir meslek okulu ya da işsizliği geciktirme kurumu değil. Benden yaşça büyük çok sayıda öğrencim oldu. Yaş ve motivasyon farkı hissediliyordu. Lübnan’a gelince söyleyecek çok şey var. Umarım Türkiye’deki üniversiteler oradaki neoliberal modelin içeriksel ve konsept temelli tuzaklarına düşmezler. Türkiye’deki en kötü iletişim fakültesinde dahi okusanız haberdar olacağınız teorik yaklaşımlardan haberi olmayan ve tamamı Amerikan iletişim ekolüyle bombalanmış bir öğrenci kitlesiyle çalıştım. Eminim sektörel bağlamda oradaki çocuklar çok başarılı olacaklardır, ama eleştirellik bakımından bizim iletişim fakültelerimizin işleyişini -bin tane değiştirecek şeyimiz olsa da- oraya tercih ederim.
Türkiye’ye iki yılın ardından döndüm. Üniversitelerde çok şey değişti. Ocak ayından sonra tekrar değişen profili daha iyi görme imkanım olacak. Belki o zaman bu kıyası tekrar yaptığımda yanıtım değişecektir. Yine de bu üç ülke birbiriyle benzeşmeyen bambaşka ülkeler ve farklı ülkeler akademisyene de çok şey öğretiyor. Türkiye’den ayrılmadan önce verdiğim son dersle, Ocak ayından sonra vereceğim ilk ders arasında çok büyük farklılıklar olacak. Bu da sanıyorum öğrencilerin ve zamanın öğreticiliği.