Bu yılın çarpıcı ama bu yoğun gündem içinde çok da dikkat çekmeyen haberlerinden ikisi, dev kimya ve ilaç firması Bayer’in, GDO’lu tohum ve tohum ilaçları üreticisi Monsanto’yu satın alması ile Avrupa Birliği’nin resmî istatistik kurumu Eurostat’ın verilerine göre kimyasal tarım ilaçları satışında Türkiye’nin dördüncü sırayı almasıydı.
Alman firması Bayer bu satın alımla küresel tohum ve tarım ilacı pazarının dörtte birini ele geçirmiş oldu. Yani hem tohumu hem tarım ürünü için kullanılan ilaçları hem de bu ürünleri tüketip hasta olma potansiyeli taşıyan insanları pazar payına dahil etti. Nefis bir düzen değil mi? Tabi buraya ülkemizde de 2006 yılında uygulamaya giren sertifikasız tohum satışının yasaklanmasını da not düşelim.
Fakat kapitalist düzeni anlamak açısından yeterli değil. Bu denkleme sağlık sistemini ve dolayısıyla şehir hastanelerini de dahil etmeniz gerekiyor. Örneğin geçiş sözü verilen köprüleri, otoyolları bir “işletmeyi” çevirmek açısından anlamak bir nebze mümkün (ki karayolları hizmetini üstelenen devlete karşı oldukça laubali bir şekilde kullanıyorum bu işletme sözcüğünü). Ancak biz hasta sözü verilen hastaneleri nasıl anlayacağız? Bir devletin özel bir işletmeye hasta olacak vatandaş sözü vermesini nasıl kabul edeceğiz?
Tabi burada bir faktörü daha dikkate almak gerekiyor. Suriye’ye yapılan harekatlardan elde edilen kazanımları anlatan Cumhurbaşkanı danışmanı, iki büyük ihaleyi ve yıkılan şehirleri yeniden inşaa etme “işinin” elbette Amerika, Rusya veya Avrupalı ülkelere değil hem yan komşusu hem de inşaat işinde “niteliğini” ortaya koyan Türkiye’ye ve Türk firmalarına verileceğini açıklamıştı.
O zaman şöyle özetlersek yanlış olmaz herhalde; doğal olmayan tohumlar üretip satarak para kazanıyorlar, tohum büyüyüp ürüne dönüşürken onu ilaçlayarak para kazanıyorlar, kullanılan zararlı ilaçlar sebebi ile hasta olan insanı “tedavi” etmekten para kazanıyorlar. Hastane, yol, köprü gibi ulus devletin varlığını meşru kılan kamusal görevleri yerine getirmekten para kazanıyorlar. Düşman yaratmaktan para kazanıyorlar. Güvenlik algılarını satmaktan para kazanıyorlar.
Eh biz de oturmuş, ıspanaktan neden zehirlendiğimizi, yediğimiz hiç bir şey de eski tadın olmadığını, sağlığımızın giderek neden daha çok bozulduğunu, yıllarca yan yana yaşadığımız komşumuzdan bugün nasıl da nefret eder hale geldiğimizi düşünüyoruz. “Tek haneye” inmiş enflasyonda elektrik borcunu ödeyemediğimiz, çocuğumuza okul çantası alamadığımız için canımıza kıyacak hale geliyoruz.
Bu süregiden düzende küçük balık bile olamıyoruz, hiç bir zaman da olamayacağız kardeşim, olsa olsa bir çok örneğini çevremizde gördüğümüz üzere oltaya takılan yosun olabiliyoruz…
Not: İlk kitabım Redd-i Akıl, geçtiğimiz ay Nemesis yayınlarından çıktı. 10 Kasım pazar günü, saat 16.00’da imzalamak için Tüyap Kitap fuarında olacağım. Beklerim efendim.