Korona günlerinde insan olmak… Elif Şahin Hamidi yazdı

Hiçbir şey için geç değil; insan olmak ya da “insanlaşmak” öğrenilen bir şey çünkü. İçinden geçtiğimiz bu zorlu günler, insanın ne’liği üzerine uzun uzun, enine boyuna düşünmeyi gerekli kılıyor.

Elif Şahin Hamidi
elif.sahin@gmail.com

Gözle görülemeyen küçücük bir virüs, bütün farklılıklarımızı unutup, hep gözden kaçırdığımız ya da görmezden gelmeyi tercih ettiğimiz “tek ortak noktamızı” görmeye davet ediyor bizleri. Kolayca ayırdına vardığımız, hemencecik de birbirimizin gözüne soktuğumuz, iğrenç bir lekeymiş, affedilemez bir günahmış gibi yüzümüze çarptığımız farklılıklarımız karşısında, gözlerimizi sımsıkı kapayıp görmemekte ısrar ettiğimiz tek ortak noktamızı, yani “insan” olduğumuzu görmeye çağırıyor.

Sonu gelmeyen savaşlar, göçler, depremler, seller, içindeki canlılarla birlikte yanıp kül olan ormanlar, kuruyan göller, nehirler, betonlaşan kentler, artan şiddet, kadın cinayetleri, çocuk istismarları, aslında yeryüzünde olup biten her korkunç olay, acilen insanlığımızı sorgulamaya çağırıyordu her birimizi. Ama duyan olmadı bu acılı çığlığı. Hep farklılıklara odaklandı gözlerimiz. Çünkü İoanna Kuçuradi’nin sık sık dillendirdiği gibi “Farklar hemen görülür de aynılık kolay kolay görülmez.” Bize benzemeyene yaşam hakkı yoktu, bize benzemeyen, bizden olmayan ölsündü.

Dünyanın bir ucundaki savaştan, ölen insanlardan, anasız babasız, evsiz barksız, aç susuz kalan insanlardan bize neydi. Ülkesini, sevdiklerini, çocukluğunu, bütün bir geçmişini ardında bırakıp, belki koynuna sakladığı birkaç sararmış fotoğraf ve bir iki parça eşya ile sığınacak bir ülke aramak için yollara koyulan göçmenler, bize gelmesinler de hangi ülkeye giderse gitsinler, denizlerde boğulsunlar, sınırlarda bekleşip dursunlardı.

Avusturalya’da günlerce için için yanan ormanlardan, diri diri yanarak can veren hayvanlardan, yok olan ekosistemden bize neydi. Orası dünyanın bir ucuydu.

Kadın ve çocuk en çok görmezden gelinen, umursanmayandı zaten. Varsın herkesin gözü önünde öldürülsün ya da en yakın akrabasının istismarına uğrasındı.

Her birimiz, diğerinin hayatına görünmez iplerle bağlıyız

Oysa insan olmak, sorumlu olmak, kendini insandan sorumlu duymaktı. Giderek küçük bir köy haline gelen ve her şeyden haberdar olabildiğimiz şu ufacık dünyamızda Kara Kıta Afrika’daki açlıktan, dört bir yanda hüküm sürmekte olan savaşlardan, küresel ısınma sonucu bozulan doğanın düzeninden, kutuplarda eriyen buzullardan, kısacası yerküre üzerinde olup biten ve ucu insana dokunan her şeyden herkes, yani tek tek her bir insan sorumluydu. Sorumlu olmak demek, denizde bir bulutun öldürdüğü Japon balıkçısının acısını ta yüreğinde hissetmek, Hiroşima’da yedi yaşında ölen kız çocuğu ile birlikte bir avuç kül oluvermekti. Böyle bir sorumluluk duygusuyla dolup taşan insanların sayısı çok az olsa da “hep insan, olanca varlığıyla insan, sorumlu olan” ve “bir duyuş, bir anlayış, bir bilinç, özel bir kültür, bir açıklık, bir duygudaşlık işi sorumluluk”, Nermi Uygur’un dediği gibi.

Her ne kadar zihinlerimiz öteden beri aile, kabile, toplum ya da millet, bölge ya da kıta ölçeğinde düşünmeye alıştırılmış olsa da artık, Ryszard Kapuściński’nin dile getirdiği gibi “küresel ölçekte düşünmek, bunun anlamını kavramak ve gezegendeki başka yerlerle nasıl bir etkileşim halinde olduğumuzu anlamak” bir zorunluluk olarak karşımızda duruyor. Ancak Kapuściński’nin de altını çizdiği üzere “her birimizin diğerinin hayatına görünmez iplerle bağlı olduğunu anlayabilmek hiç de kolay değil. Birçokları için de bu gerçeği kabullenmek bir o kadar zor.” Bu zorluk da insan olarak asıl sorumluluğumuzun ne olduğunun bilgisine sahip olmakla aşılabilir.

Gündemin orta yerine düşen virüs

Daha düne kadar ülke ve dünya gündemi savaşlar, göçmenler ve türlü türlü diplomatik krizlerle meşguldü. Unutuşun kolay ülkesinde yaşasak da unutmadık elbette bunları. Derken pat diye Covid-19 isimli o korkunç virüs, sivri dişleri, salyalı ağzıyla dünya gündeminin orta yerine düştü. Yaşanan onca felakette fark edemediğimiz pek çok gerçeğe gözlerimizi açmaya, uyuyanları dürtmeye gelmişti virüs adeta. Bir de baktık ki bu küçücük, ama sevimsiz, dehşet saçan, ölüm kusan virüs hiçbir fark gözetmiyor insanlar arasında. Ne diline, dinine/mezhebine/tarikatına, ne ten rengine, ne etnik kimliğine, ne cinsel kimliğine/yönelimine, ne hangi ülkede yaşadığına bakıyor.

Virüsün ele geçirdiklerinin tek ortak noktası, her birinin “insan” olması; tür olarak insan. Diğer ayrıntıların bir önemi yok. Virüs hepimizi eşitledi böylece. Bütün farklılıkları hiçe saydı, tel örgüleri atlayıp bütün sınırları aştı.

Öte yandan şöyle güzel bir ayırımcılık uyguluyor ama: savaşların hiç acımadan kıydığı çocuklara/gençlere dokunmuyor henüz, fazla ilişmiyor onlara. Bir de hayvanlara. İlerleyen süreçte ne olacağı ise meçhul. Adeta bir distopyanın içinde yaşıyoruz; okuduğumuz kitaplardaki ya da izlediğimiz filmlerdeki o distopik dünyalar neredeyse gerçek olmuş gibi.

Şu küçücük virüs ölümde eşitledi insanları

Evet, bu küçük ve sevimsiz virüs hepimizi ölümde eşit kıldı. Kötücül kahkahalar eşliğinde “Ölmemek için kaçacak bir ülke aramak, göçmen olup yollara koyulmak isteyeceksiniz, ama nafile. Çünkü tüm dünyayı ele geçirdim” diye haykırdı. Sonra usulca fısıldadı:

“Hiç gözünüzü kırpmadan şiddet uyguladığınız, canını aldığınız doktorlara muhtaç bıraktım yine sizi. Ayağınızı denk alın.”

Ama zaten hepimiz ölümde eşit değil miydik? Hepimiz bir gün ölüp gitmeyecek miydik? Ne var ki ölümde bile eşit olmayı becerememişti insan.

Kimilerine son uykusuna yatacağı bir avuç toprak bile çok görülmüş, mezar yeri esirgenmişti, kimileri kimsesizler mezarlığında yalnızlığa terk edilmişti, kimilerininse cansız bedeni bile kayıplara karışmıştı. Ölülerinin yasını bile tutamamıştı kimileri, başında oturup göz yaşı dökeceği bir mezar taşı bile yoktu çünkü.

Sonra kimileri çok kalabalık, çok gösterişli cenazelerle uğurlanırken, kimileri koca bir çukurda üst üste, koyun koyunaydı. Boylu boyunca uzanabilecekleri toprak parçası bile çok görülmüştü bazılarına. Ölümde bile eşit değildik işte. Ama şu küçük virüs orada da eşitledi insanları. Şimdilerde herkes bir örnek, kimselere duyurulmadan, sessiz sedasız bir şekilde uğurlanıyor son yolculuğuna. “Merhumu nasıl bilirdiniz?” sorusu da cevapsız kalıyor belki artık. Ölenler birer rakam, adı yok, hikâyesi yok. Tıpkı savaşlarda ölenler ya da göçmenler gibi. Ya da açlık ve sefaletten ölen yoksullar gibi, evsizler gibi, Kara Kıta’daki çocuklar gibi.

Ölüm sadece başkalarının başına gelen bir felaket değil

Oysa çoğu insan için, kendine uğramadığı sürece çok uzak bir ihtimaldi ölüm; sanki garantisi varmışçasına çok uzak bir gelecekte kapısını çalacağına inanıyordu kimileri. Ya da hep başkalarının başına gelen bir şeydi o sevgili arsız ölüm.

Gabriel Garcia Marquez’in Kolera Günlerinde Aşk romanındaki şu cümlelerin gerçekliğinin dayanılmaz hafifliğini yaşıyordu bazıları: “…ölümü yalnızca başkalarının başına gelen bir felaket olarak algılamışlardı; başkalarının ana babalarının, başkalarının kardeşleriyle eşlerinin, ama kendilerinin değil.”

Oysa ölüm denen o karanlık uçurumun tam kıyısında bekleşip duran, oracıkta ömür tüketen fanilerdik hepimiz. Küçük ve sevimsiz virüs, kırmızı ve ölümcül gözlerini gözlerimize dikmiş, bu kadim gerçeği unutmamamız gerektiğini haykırıyordu adeta. İnsan, çoğunlukla aklına getirmese de ölümlü bir varlık olduğu gerçeğiyle yüzyüzedir aslında. Ve belki de bir tek bu gerçeği değiştirmeye gücü yetmeyen, ne var ki bu gerçeğe rağmen didinen ve direnen bir varlıktır. Çünkü bilir ki yarın, “sonsuzluk ve bir gün kadar”dır.

İnsanlığın bir seçim yapması gerekiyor

Sophokles’in Antigone’si “Ölenler var ve canlılar sorumlu ölümlerinden” diyordu. Evet, insan ölenden de doğandan da sorumlu ve elbette bundan sonra olacaklardan da. Yani demem o ki yeni doğan günden de sorumlu. İçinde yaşadığımız dünya, dünyaların en güzeli değil. Dolayısıyla daha güzel, daha yaşanılır bir dünyayı inşa etmekten de sorumlu insan. Bu da ancak küresel çapta bir işbirliği ve dayanışmayla mümkün olacak. Küçük virüs bunu da bas bas bağırıyor. Kulaklarımızı tıkayamayız bu haykırışa.

Tarihçi Yuval Noah Harari’den ödünç alacak olursam “Mevcut salgının, küresel kopukluğun içerdiği büyük tehlikeyi anlamada insanoğluna yardımcı olmasını ummalıyız. İnsanlığın bir seçim yapması gerekir. Kopukluk rotasında mı ilerleyeceğiz yoksa küresel dayanışma yolunu mu benimseyeceğiz?” Bu, insanlığın önündeki en büyük sınav. Ve her şeye rağmen iyimser olmak, bahçemizi ekmeye devam etmek ve umudumuzu kaybetmemek gerekiyor. Tıpkı Voltaire’in Candide’i gibi. Çünkü ancak iyimser olursak insan ve dünya için umudumuz olur, ancak o zaman bir şey yapmak için, harekete geçmek için güç bulabiliriz. Yaşama uğraşına devam edebilmek ve harekete geçebilmek için umut şart.

Umut yine de insanda

Albert Camus’nün dediği gibi “Kişiyi çalıştıran ve çırpındıran her şey umuttan yararlanır.” Üstelik bıkmadan dönmeye devam eden şu yaşlı, emektar dünyamız bile umut etmeyi insandan öğrenmiştir sanki. İnsan, türlü kötülüklerle bu eşsiz gezegeni yok etmek için elinden geleni ardına koymasa da, dünya hiç ara vermeden dönmeye devam ediyor. İnsan türdeşlerini ve yeryüzündeki diğer canlıları yok etmek için elinden geleni ardına koymasa da umut yine de insanda. Belli ki dünya da henüz insandan umudunu kesmemiş ve olanaklar varlığı olan insanın da türdeşlerinden umudu kesmemesi gerektiğini fısıldayıp duruyor.

Ama öncelikle insan olmayı öğrenmemiz gerekiyor. Ambrose Bierce, Şeytanın Sözlüğü’nde “insan”ı şöyle tanımlıyor: “Olduğunu sandığı şeyi büyük bir esriklik içinde düşünmekten, olması gereken şeyi gözden kaçıran bir hayvan. En önde gelen uğraşı diğer hayvanları ve kendi türünü öldürmektir.”

İnsan olmak öğrenilen bir şey

O, olduğunu sandığı şey, ne yazık ki hiç olmamış. Ama hiçbir şey için geç değil; insan olmak ya da “insanlaşmak” öğrenilen bir şey çünkü. Tüm insanlık ailesi olarak içinden geçtiğimiz bu zorlu günler, insanın ne’liği üzerine uzun uzun, enine boyuna düşünmeyi gerekli kılıyor. Nasıl bir varlıktır bu insan denen canlı? “İnsan olmak” ya da filozofların “insanlaşma” dediği şey nedir tam olarak? Neden değerli bir varlıktır insan ve hak sahibidir? İnsanın değeri ya da insan onuru dediğimiz nedir? Doğadaki diğer canlılar değersiz midir? Acaba bir “türcülük” mü söz konusu burada? Çokça didiklenmesi, üzerine kafa yorulması gereken sorular bunlar. Hele ki insanlığın/insanlığımızın sınavdan geçtiği şu günlerde…

KAYNAKÇA

Uygur, Nermi (2017). Bütün Eserleri II (1. Cilt). Çağdaş Ortamda Teknik. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Kapuściński, Ryszard (2018). Bu İş Siniklere Göre Değil/İyi Gazetecilik Üzerine Konuşmalar. Çeviren: Berk Cankurt. İzmir: Delidolu Yayınları.

Marquez, Gabriel Garcia (2010). Kolera Günlerinde Aşk. Çeviren: Şadan Karadeniz. İstanbul: Can Yayınları.

Theodoros Angelopulos’un “Sonsuzluk ve Bir Gün” filmine atfen…

Sophokles (2014). Antigone. Çeviren: Ari Çokona. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.

Yuval Noah Harari’nin yazısı için bkz.: https://www.a3haber.com/2020/03/22/dunyaca-unlu-tarihci-yuval-noah-harari-yazdi-koronavirusten-sonra-dunya-nasil-olacak/?fbclid=IwAR2ocAowPZcMRplEWKw6Pq6eZRzDJwKpO2dYPjeMF-0xcgc6fm5JS6VSGqQ

Voltaire (2015). Candide. Çeviren: Ayşe Meral. İstanbul: Alfa Yayınları.  

Camus, Albert (2008). Sisifos Söyleni. Çeviren: Tahsin Yücel. İstanbul: Can Yayınları.

Bierce, Ambrose (2014). Şeytanın Sözlüğü. Özge Duygu Gürkan. İstanbul: Metis Yayınları.